• Turkhane Logo

17 Aralık Soruşturmasının savcısı Celal Kara: Ülkenin tüm namussuzları ittifak yaptı

17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Soruşturmalarının savcılarından Celal Kara operasyonun 10 yıldönümünde gazeteci Cevheri Güven'e konuştu: "Ülkenin tüm namussuzları ittifak yaptı"

11:25 20 Aralık 2023 Çarşamba
17 Aralık Soruşturmasının savcısı Celal Kara: Ülkenin tüm namussuzları ittifak yaptı
17-25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Soruşturmalarının savcılarından Celal Kara operasyonun 10 yıldönümünde gazeteci Cevheri Güven'e konuştu: "Ülkenin tüm namussuzları ittifak yaptı"





Gazeteci Cevheri Güven’in eski savcı Celal Kara ile röportajı şöyle;



17 Aralık 2013 günü yapılan soruşturmalar kaç dosyadan oluşuyordu?



İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Kaçakçılık Suçları Bürosu’nda takibi yürütülen 2012/120653 sayılı Rıza Sarraf liderliğindeki örgütlü yapının altın ve döviz kaçakçılığı yaptığı iddiası üzerine başlatılan kaçakçılık soruşturması ile Fatih Belediyesi-Anıtlar Kurulu görevlileri hakkındaki rüşvet ve bununla ilintili suçları içeren bir soruşturma olmak üzere iki soruşturma, Memur Suçları Bürosu’nda da Bayındırlık Bakanlığı-TOKI yolsuzluklarını içeren soruşturma (savcısı Mehmet Yüzgeç olan bir dosya) olmak üzere toplam 3 adet soruşturma 17 aralık günü operasyona dönüştürülen dosyalardı.



Tüm dosyalar önemli ama gerek iç kamuoyundaki etkisi gerekse daha sonra ABD’de yapılan yargılamalar nedeniyle önemi bir kat daha iyi anlaşılan Reza Zarrab hakkındaki soruşturma nasıl başlamıştı?



Reza Zarrab ve adamları hakkında başlatılan soruşturma örgütlü şekilde altın ve döviz kaçakçılığı yapıldığı iddiası üzerine 2012 yılında başlatılmış olan tümüyle kaçakçılık soruşturması mahiyetinde bir soruşturma olup, nitekim bu nedenle yetkili savcılık ve büro olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Kaçakçılık Suçları Bürosu’nda başlatılmış ve yürütülmüştü. Detayları daha önce gerek tarafımca gerekse birçok gazeteci ve emniyet mensubu tarafından onlarca kez anlatıldığından detayına girmiyorum. Eylül 2012 tarihinde başlatılmasından aylar sonra Reza’nın ilişkilerini geliştirmesi sonucu malum bakanlar ve çocuklarıyla ve bazı bürokratlarla yoğun rüşvet ilişkisi görülmeye başlandığından ve yoğun şekilde rüşvet suçunun işlenmesi nedeniyle soruşturma sonraki aylarda ve operasyondan sonra da kaçakçılık soruşturmasından ziyade yolsuzluk soruşturmasıymış gibi bir hüviyet arz etmeye başladı. Oysa başlama sebebi tamamen altın ve döviz kaçakçılığı iddiasıdır. Can Dündar’la yaptığım ilk röportajımda da belirttiğim üzere; eğer başbakan, bazı bakanlar ve çocukları Reza ile rüşvet ilişkisine girmeselerdi biz onları zorla mı katacaktık soruşturmaya? Ben mi dedim gelin Reza ile rüşvet ilişkisi kurun, hem şahsi itibarınızı hem devletin itibarını 28 yaşındaki İran vatandaşının önüne yatırın, halka açık devlet bankası olan Halkbank’ı söğüşleyip yüzlerce milyon dolar zarara uğratın diye? Eğer bu suç ilişkilerini kurmamış olsalardı bu soruşturma başladığı gibi sadece bir kaçakçılık soruşturması olarak devam edip, delil durumuna göre bazı şüpheliler hakkında kaçakçılık suçundan dava açılması veya takipsizlik kararı verilmesiyle sonuçlanacaktı.



Soruşturmaya daha sonra atandığınızı söylemiştiniz. Bildiğimiz kadarıyla Haziran 2013 tarihinde. Bu tarih itibariyle dosyada bakanlarla rüşvet ilişkilerinin geliştiği, teknik ve fiziki takiplerle rüşvetlerin tespit edildiği anlaşılıyor. Dosyanın detayını ilk nasıl öğrendiniz? Mali Şube Polisleri sizi detaylı bilgilendirdi mi? Sizin ilk tepkiniz ve dosya hakkındaki izleniminiz neydi?



Ben 2013 yılı Haziran ayının 20’sinden sonra bir işbölümü değişikliği yazısı ile 11. Ağır Ceza Mahkemesi duruşma savcılığından alınarak Kaçakçılık Suçları Bürosu’nda görevlendirildim. Bundan hemen önce o büroda toplam 8 savcı görev yaparken biri emekli olup noterliğe geçmiş, iki savcı ise bir önceki yaz aylarında CMK 250. Madde ile Yetkili Bölümden TMK 10. Madde İle Yetkili Bölüme dönüştürülen özel yetkili kısma tayin edilmişlerdi. Ve savcı sayısı 5’e düşmüştü. Ben bu üç savcının yerine verilen tek savcı idim. Ancak o arada izine gidip gelmem nedeniyle dosyaların bana devir-teslimi Temmuz ortasına doğru yapılmaya başlandı.  Üç ayrı savcıdan dosya devredildiği için de üç ayrı zamanda parçalar halinde geldi. Bir savcının tüm dosyalarını, birinin dosyalarının yarısını ve bir diğerinin ise altıda birini bana devrettiklerini hatırlıyorum. Ancak bunların okunup gereğinin yapılması aylar alır. Yani ben dosyaları ilk teorik olarak Temmuz ortasına doğru görmeye başlamış olsam da biraz olsun içeriğine vakıf olmam sonbahar aylarında oldu. Asıl tam vakıf olmam ise operasyondan önce yaklaşık bir ay zarfında olmuştur. Temmuz ayında dosyadan sorumlu Emniyet Amiri Kazım Aksoy gelerek çok özet bilgi verse de bununla dosyanın içeriğini anlamak imkansızdı. Sadece bazı bakanların ve çocuklarının rüşvet ilişkilerini girdiklerini ve yolsuzluğun çapının cumhuriyet tarihi boyunca kayda girmiş olanlar arasından en büyük boyutta olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Zaten detay konuşmasını gerektiren bir durum da yoktu o anda. O günkü İçişleri Bakanı Muammer Güler’in sonbahar aylarında soruşturmayı deşifreye yönelik girişimleri nedeniyle biraz daha ciddiyetini fark etmiştim zira soruşturmanın deşifre olmaması için gece yarısı teknik takiplerin sonlandırılması talimatı vermiştim. Detaylı bilgilendirme bu tür soruşturmaların tamamında genelde operasyon aşaması öncesi olur zira ondan önce polis takip etmektedir ve soruşturmanın mahiyeti ve delil durumu zaman ilerledikçe ortaya çıkar ve operasyonla da netleşir. Savcılar da o aşamada en detaylı bilgiye sahip olurlar. Operasyon öncesi hafta da genelde yoğun bir görüşme ve istişare trafiği olur. Nitekim ben de operasyondan önceki hafta sonuna doğru 2 gün emniyete giderek delil durumunu ve neler yapılması gerektiğini istişare etmiş, hangi hususta nasıl davranmaları gerektiğini talimatlandırmıştım. Yani en detaylı inceleme operasyondan önceki 2 hafta ve operasyon sonrası olur genel olarak ve bu soruşturmada da öyle oldu.



“BU SORUŞTURMANIN MÜKEMMELLİĞİNİN EMSALİ YOK”



17 Aralık soruşturmasında adı geçenler, rüşvet miktarları gayet sıra dışı. Peki bu dosyayı delil kuvveti, sayısı, çeşitliliği vs açısından, diğer yürüttüğünüz soruşturmalarla nasıl karşılaştırırdınız? Sizin 16 yıllık soruşturma tecrübeniz ışığında Mali Şube Polisinin bu soruşturmadaki çalışmalarını puanlandırmak gerekirse…?



26 aylık staj sürem hariç operasyona kadarki fiili savcılık sürem 17 yıl küsur. Bu sürenin en nitelikli ve mesleğin kurmaylığı olarak nitelenmesinde mübalağa olmayacak özel yetkili bölümde geçen 6 yıllık süre zarfında her türlü ve en nitelikli soruşturmaları ve davaları gördüm. Bu 6 yıllık özel yetkili bölüm tecrübem dahil tüm meslek hayatım boyunca gördüğüm en delilli, en sağlam soruşturma dosyası idi. Elimden geçen binlerce özel nitelikli dava dosyası ve soruşturmasını da karşılaştırarak söylüyorum bunu. Delil çeşitliliği ve miktarı bakımından emsalsizdir. Bir soruşturmada şu da olsaydı iyi olurdu denilebilecek hiçbir delil türü yoktur ki bu soruşturma dosyasında olmasın. Teknik takip (telefon dinleme), fiziki takip (izleme ve kamera ile kaydetme), e-mail deşifresi, tapu ve nüfus kayıtları, aramalar sırasında ele geçirilen daha önceki fiziki takiplerde kamera ile görüntülenen paraların ele geçirilmesi, el konulan telefonlar ve bilgisayarlardan elde edilen kesin ve net deliller, açık itirafları içeren ifade tutanakları gibi aklınıza gelebilecek her delil türünden binlerce delil vardı. Bu bağlamda ilk röportajımda söylediğimi tekrarlayabilirim: Bu soruşturma tüm cumhuriyet tarihinin en mükemmel ve emsalsiz soruşturmasıdır. Hatta başka ülkelerde de emsalinin bulunabileceği kanaatinde değilim. Daha iyisini görmeden daha iyisinin olabileceğine inanılamayacak kadar mükemmel yani.



Operasyonun tarihi ile ilgili sürekli “zamanlama manidar” propagandası yapıldı. Operasyonun o tarihte yapılmasının nedeninin Muammer Güler’in dosyayı deşifre etme çabasına girmesi olduğunu daha önceden de açıklamıştınız. O deşifre riskinden operasyon tarihine kadar siz de soruşturmada görevli polisler de yoğun ve hareketli bir mesai yaşamışa benziyor. O süreçte neler yaşadığınız elbette önemli. Ancak merak ettiğimiz, o süreçte neler hissettiniz?



Büyük bir sarsıntı olacağı belliydi ve operasyon günü yaklaştıkça acaba o gün ne olacak diye insanı çok yoğun bir stres basıyor. Doğrusu; soruşturmayı uyumaya aldığımız hafta sonundan itibaren yaklaşık iki ay sakindi zira hareket yoktu, dolayısıyla stres de yoktu. Ancak operasyondan önceki hafta ve operasyondan sonraki günlerde yaklaşık 2 hafta boyunca yoğun stres ve adrenalin nedeniyle günde ortalama 2.5 saat uyku uyuyabiliyordum. Ne zaman şüpheliler tutuklandılar, ondan sonra normal uyku uyumaya başlayabildim. Bir de; operasyon sabahı öncesindeki tüm strese rağmen kıyametin kopmadığını görünce de kısmen rahatlamıştım. Sonraki haftalarda ise hem besledikleri trolleri, hem yemledikleri medya ile sürekli iftira ettikleri ve beni frenlemek ve soruşturmayı akamete uğratmak için her türlü namertliği ve pisliği yaptıkları, yeni atanan polis amirlerinin talimatları yerine getirmemeleri, başsavcı ve soruşturmaya eklemlenen Ekrem Aydıner ile yaptıkları nedeniyle ciddi sinirlilik durumu hakimdi bende.



Sizin uhdenizde bulunan bu dosyalarla ilgili 17 Aralık öncesi başsavcı veya vekiller merak edip içeriğini sormuşlar mıydı?



Tarafımca yürütülen ve 17 Aralık günü operasyon yapılan soruşturmalar sıfırdan benimle başlayan soruşturmalar değillerdi. Başlatılmalarından çok sonra varlıklarından haberdar olduğum ve bana topluca devredilen soruşturmalardı. Zaten başlangıçları itibariyle sıradan soruşturmalar olarak başlamışlardı. İstanbul C. Başsavcılığı’nca yılda yaklaşık 200 bin soruşturma dosyasına bakılmakta olduğu nazara alındığında başsavcının bunlardan bilgi sahibi olması düşünülemez. Ancak daha sonrasında da bilgi sahibi olmadığı için içerik hakkında talepleri de olmadı. Zaten en meşhur malum dosyaya ben dahi son ayında tam anlamıyla vakıf olmaya başlamıştım ve ani gelişen olaylar sonucunda operasyon hazırlığına girişmemiz nedeniyle bilgisi de olmadı. Az önce belirttiğim üzere sıradan soruşturmalar olarak başlayan bu soruşturmalar sonradan nitelikli hale geldikleri yani rüşvet, yolsuzluk olaylarını kapsar hale geldikleri için baştan itibaren bilgi sahibi olmak isteyebilecekleri bir durum da yoktu. Sonrasında da aniden hızlanan olaylar nedeniyle içeriklerinden haberinin olmadığı soruşturmalar hakkında bilgi talebi de olmadı. Ancak 17 Aralık günü mesai sonuna doğru başsavcı Turan Çolakkadı bir yazı ile soruşturma kapsamındaki şüphelilerin adlarını ve kendilerine hangi suçların isnadının olduğunun bildirilmesini isteyen bir yazı gönderdi ki bu aslında AKP cenahından soruşturma içeriğinin öğrenilmesi hamlesiydi. Normal bir hukuk düzeninde bunun sorulamaması gerekir ve cevap verme mecburiyetinin de olmaması gerekir. Ancak başsavcı tarafından bizzat sorulan konuya cevap vermemek olmazdı ve ben de cevap verdim. O günün ya da ertesi günün akşamı dönemin adalet bakanı Sadullah Ergin ile Haliç Kongre Merkezi’nde görüşüp bilgi aktardığını ise bilahare duydum. Muhtemelen bana sorduğu şüpheliler ve isnat olunan suçlara dair bilgileri ona iletmiştir.



Peki adliye dışı unsurlardan, iktidar yetkililerinden ya da onlara müzahir avukatlardan 17 Aralık’tan önce zaman zaman iktidar yetkilileri adına soru soran oldu mu? Çünkü siz İstanbul İli’nde Kaçakçılık Suçları Bürosu’nda çalışıyordunuz. Her türlü kaçakçılık, imar ve ihale yolsuzluklarının bu büro tarafından soruşturulma ihtimali yüksektir.



17 Aralık’tan sonra bazı gazetecilerin MİT görevlileri tarafından gazeteci kisvesi altında bana gönderilerek bilgi edinilmeye çalışıldığına dair bazı muhabirlerin sorularından ve tavırlarından şüpheleniyordum. Bu tür sorulara muhatap oluyordum ancak avukatlardan ya da başka birim amirlerinden bilgi talep etme cesaretinde ya da girişiminde bulunan olmadı. 17 Aralık’tan önce ise zaten başka birimlerin haberleri olmadı ve dolayısıyla bana kimse de sormadı. Emniyetteki bazı müdürler üzerinden deşifre girişimlerini Can Dündar’la röportajımda anlatmıştım ve kamuoyuna yansıyan fotoğraflar ve internete düşen ses kayıtlarında da bu konu vardı, takip edenler hatırlayacaklardır. Ancak teknik ve fiziki takip kararlarının alınması sırasında nöbetçi hakimlikten talep savcı tarafından yapılmaktadır, ki önceki sorulara cevabımda belirttiğim gibi ben bu soruşturmalara çok sonradan nezaret etmeye başladığımdan gerek öncesinde gerekse benim devralmamdan sonra yazın yıllık izinde olduğum sırada (temmuz 2013) yine kaçakçılık suçları bürosunda görevli başka savcı meslektaşlarım teknik-fiziki takip kararları taleplerine imza attıklarını söylüyorlardı. Ayrıca Çağlayan’daki adliye binasında 32 adet mahkemeden nöbetçi sulh ceza hakimliği sıfatıyla yüzlerce teknik ve fiziki takip kararları alınmıştır ki bu da onlarca farklı hakimden karar alındığı anlamına gelmektedir. Bu nedenle bir kısmı dikkat etmemiş olsalar da diğer bir kısmının olayın mahiyetine az da olsa vakıf olduklarını sanıyorum. Ancak Bekir Altun gibi çok sayıda karara imza atan bir hâkimin nasıl olup da olayın mahiyetinin farkına varamayıp ideolojik aidiyetle bağlı olduğu AKP’ye bilgi vermediğini hala kavrayabilmiş değilim. Zannımca olayın mahiyetinin ne olduğunu anlayabilecek derecede incelemeden karar vermiştir. Bu soruşturmada kararlar bakanlar hakkında alınmadığından belki bu nedenle de bazı hakimlerin nazarından kaçmış olabilir.



İktidar üyelerinin ve yakınlarının karıştığı büyük yolsuzluk ifşa olunca, iktidar on binlerce insanın hayatını etkileyen hukuksuzluklara imza attı. Peki bugün olsa bu operasyonu yapıyor olsanız neyi farklı yapardınız? Mesela Zafer Çağlayan’ın resmi adres kaydı olduğu için Salih Kaan Çağlayan’ın ikameti yasama dokunulmazlığına halel gelmesin hassasiyetiyle aranmadığı konuşuldu. Bugün olsa o evi de aratır mıydınız?



Sanırım daha ketum davranırdım. Ama neticede insanız, etrafınızda çok sayıda namert, pazarlıkla satın alınabilen ve kötü niyetli kişiler olunca istemeden açık veriliyor. Mesela savcı Ekrem Aydıner denilen rüşvetçi şerefsizin pazarlık yapıp anlaştığını sonraki tavırlarından anlayabilmiştim ve o ana kadar aslında şimdiki aklım olsa bazı tespitlerimi ona söylemezdim. Mesela önceki başsavcı Turan Çolakkadı’nın beni talimatla yönlendiremeyeceğini, bana sonuca etki edecek tesirinin olamayacağını söylemiştim ki, belki de değiştirilmesinde bunun da bir parça rolü vardı. Ben o sırada Ekrem Aydıner’in kendini sattığını ve AKP ile anlaştığını henüz fark etmemiştim. Yine yanıma gelip gidenlere de en ufak renk vermezdim niyetim ve hedefim konusunda. Mesela Fatih Belediyesi-Anıtlar Kurulu Soruşturması’nda Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in avukatı ile  koridorda karşılaştığımızda “İddianame tanzimi herhalde en az altı ayı bulur, değil mi savcım?” diye sorduğunda “Hiç de o kadar sürmez, iki aya kadar düzenlerim.” demiştim. Bunlar AKP’li arsız hırsızları panikletmiş ve müdahale konusunda hızlandırıcı etki yapmış olabilir. Yani şimdi olsa bir-iki-üç, tıp! der ve susarım, hiç kimseye renk vermem.



perasyon sabahı saat 7 gibi emniyet amiri Kazım Aksoy beni cep telefonumdan arayıp bilgi vermişti. Salih Kaan Çağlayan’ın oturduğu eve girmediklerini zira babasının üzerine kayıtlı olduğunu söylediğinde ısrarla girmelerini söyledim ama soruşturma zarar görür endişesi ile yapmadılar. Bugün olsa “Bu bir emirdir, ben de sizin adli amirinizim, ne diyorsam onu yapın:” diye sert bir tonlama ile ısrar ederdim. Nitekim sonradan bizzat bilen bir kaynaktan öğrendiğime göre 17 Aralık günü Zafer Çağlayan’ın evinde 73 milyon dolar para varmış. Bunu kendi ikamet ettiği evde mi saklıyordu yoksa oğlunun ikamet ettiği evde de var mıydı bilemiyorum. Türkiye’deki ceza hukuku usulü uygulamasında bu konuda hata yapıldığı kanaatindeyim. Kaybolmasından korkulan delillerin ve hatta delil toplamanın yasama dokunulmazlığı ile ilgisinin olmadığını düşünüyorum. Bunu sayın Sami Selçuk da böyle değerlendiriyor diye biliyorum. Düşünün; kendi adına kayıtlı 50 tane evi olsa ve bunlarda kaybedilecek deliller olsa bakan adına kayıtlı diye hiçbirini arayamayacak mıyız?



SORUŞTURMANIN DERSHANELERİN KAPATILMASIYLA İLGİSİ VAR MI?



Bu soruşturmalar hükümetin cemaate yönelik başlayan yaptırımlarına karşı cevap mıydı?



Ben bu mahiyetteki bir söylem ile 2014 HSYK seçimleri öncesinde bazı meslektaşlarımı ziyaretim sırasında karşılaşmıştım ve hayret etmiştim. Ancak o ana kadar üzerinde hiç düşünmediğim için de sadece hayır demekle yetinmiştim. Daha sonra bu algının haklı olup olamayacağına yani bazı meslektaşlarımda ve kamuoyu algısında böyle bir algının nasıl oluşabildiğine dair bir araştırma yaptığımda bunun bir temel fıkrasındaki gibi düz mantık ürünü olduğunu fark ettim. Başka çok sayıda sebep bulunabilir düşünüldüğü takdirde ancak her biri başlı başına yeterli cevap oluşturabilecek iki hususu belirtmek bu düz mantık ürünü algının ne denli mesnetsiz olduğunu ortaya koyacaktır:



Recep Erdoğan’ın üniversiteye hazırlık dershanelerinin kapatılmasına adım atmak için ortamı ısıtma mahiyetinde diyebileceğimiz “Çocuğunu bu dershanelere gönderebilmek için Ayşe teyze ineğini satmak zorunda kalıyor.” meyanındaki kamuoyunun anlamak ve anlamlandırmakta zorlandığı açıklamasından sonra bu operasyonların yapılmış olması nedeniyle AKP ile cemaat arasında bir kavga ortamının oluştuğunu ve bu operasyonların da cevap olarak yapıldığını iddia eden çok sayıda açıklama duymuşuzdur. Hatta hala Twitter ortamında buna benzer iddialara rastlıyorum. Oysa google ortamında bir tarama yapılsa, Erdoğan’ın bu ortam ısıtma/hazırlama açıklamasının ilk olarak Eylül 2013 tarihinde olduğunu, operasyonların ise 17 Aralık 2013 tarihinde olduğunu, aradan geçen üç ay zarfında böyle kapsamlı soruşturmaların başlatılıp sonuçlandırılmasının imkânsız olduğunu, Reza ve adamları hakkında başlatılan kaçakçılık soruşturmasının Eylül 2012 tarihinde, yani o açıklamadan bir yıl önce başlamış olduğunu göreceklerdir. Suyumu bulandırdın mahiyetindeki o saçma gerekçeli açıklamadan bir yıl önce başlatılmış bir soruşturmanın o beyana karşılık başlatıldığı söylenebilir mi?



eza Zarrab hakkında başlatılmış olan soruşturmanın başlama sürecine ilişkin verdiğim cevap da göstermektedir ki bu soruşturma açıklamaya cevap mahiyetinde başlatılmış olamaz zira başlama sebebi yolsuzluk iddiaları değil, kaçakçılık iddiasıdır. Bakanlar ve çocukları rüşvet ilişkilerine girmeselerdi bu soruşturma hiçbir zaman yolsuzluk soruşturması hüviyetine bürünmeyecekti. Delillerin durumuna göre belki bazı şüpheliler hakkında kaçakçılık suçundan dava açılacaktı ya da tamamen takipsizlik kararıyla kapatılacaktı. Yani yolsuzluk soruşturması olarak başlatılmadı ki cevap olsun.



“TAKİPSİZLİK KARARLARINI AVUKAT ERSAN ŞEN YAZDI”



Soruşturma duyulur duyulmaz kısa süre sonra dosyalara sizinle bakmak üzere iki savcı takviyesi yapılmıştı. Siz tek başınıza iş yükünün altından kalkamadınız mı? Neden yanınıza başka savcılar verildi? Yoksa bu kişiler bir nevi kayyum olarak mı görevlendirildiler? Bunun kimin fikri olduğu hususunda bilginiz var mı?



Tam olarak gününü hatırlamıyorum ancak operasyondan belki iki gün sonra başsavcı Turan Çolakkadı’nın talimat yazısıyla yanıma eklemlendiler. Buna takviye değil köstekleme demek gerekir aslında. Her karar en az iki savcının imzası ile alınacak diye de şart koşuluyordu. Daha operasyonun ikinci günü olmuş, soruşturmanın altından kalkamamak diye bir durum söz konusu bile olamaz. Zaten o soruşturmayı ben biliyor ve yönlendiriyorum görevli polislerle birlikte, sonradan eklemlenen iki bilgisiz savcının yardımcı olabilme ve işleri kolaylaştırma imkân ve ihtimali yoktur. Nitekim bana hitaben başsavcının yazdığı yazı herhangi bir aksaklık ya da güçlükle karşılaşıldığı için değil, Ankara’dan aldığı talimatla soruşturmayı ağırlaştırma amaçlı olduğu belli talimat nitelikli bir yazıydı. Benimle bu soruşturma süreci boyunca bir kez dahi yüz yüze gelmemiştir zira benim ihtiyacım olmadığı gibi o da aldığı talimatlar doğrultusunda hareket ettiğinden makul şekilde bana söyleyebileceği bir şey olmamasının ağırlığı altında yazı yazarak ve bazen de hukuk dışına çıkarak durumu/durumunu idare etmeye çalışıyordu. Eğer koltuğunu kaybetmeyi göze alarak dik durabilseydi muhtemelen tarihe heykeli dikilecek bir hukukçu olarak geçecekti ancak o bunun yerine 15 Temmuz olayından sonra ortaya çıkan ifadelerden biri olan İbrahim Okur’un ifadesinden anladığımıza göre İbrahim Okur tarafından ve yine adalet bakanı aracılığıyla gönderilen talimatlarla soruşturmayı ağırlaştırmak ve hatta bazı konuların araştırılmasını önlemek yönünde hareket ederek bir utanç heykeli olarak geçmeyi tercih etti. İbrahim Okur’un basına sızan ifadesinden soruşturmayı akamete uğratma amacıyla monte edildikleri anlaşılan iki savcının montajı onun yani İbrahim Okur’un talimatıyla Turan Çolakkadı tarafından gerçekleştirilmiştir.  Benim soruşturmanın altından kalkamamak gibi bir durumum yoktu, bilakis günlük ortalama iki buçuk saat uykuyla iki hafta idare ederek, olağanüstü bir gayretle ve çirkefliğin her türlüsüyle, frenlemenin her türlüsüyle maddi ve manevi boğuşarak yol almaya çalıştım. Başlarda Ekrem Aydıner sanki tarafsız gibiydi ancak aradan bir-iki hafta geçtikten sonra frenlemeleri başladı. Soruşturmaların önce frenlenmesi ve sonra da  kapatılması konusunda onunla anlaşıldığı belliydi. Yapılması gereken rutin işlemlerde dahi sürekli işin önüne taş koyuyordu. Sonra, yani şubat ayının başları gibi Reza Zarrab’ın avukatlarından olup aslında bu soruşturmada yer almayan Halil İbrahim Koca’nın sureti haktan görünerek ancak bilahare somut verilerden edindiğim kanaate göre Reza’dan yüklü bir menfaat temini amacıyla soruşturmayı tehlikeye atacak girişimiyle birkaç gün içinde başsavcının değiştirilmesi gerçekleşti. Daha sonra tıpkı Selami Altınok gibi operasyonel amaçla başsavcı Turan Çolakkadı’nın yerine getirilen başsavcı Hadi Salihoğlu’nu ziyaretim sırasında benim kendisiyle işbirliği yapıp yapmayacağımı anlamak için nabız yoklaması yaptı ve bilinçli şekilde anlamazdan gelip aniden yanından kalkıp gitmem üzerine hemen ertesi gün işbölümü değişikliği görünümü altında bendeki iki dosya ile savcı Mehmet Yüzgeç’teki dosya alınarak Ekrem Aydıner’e verildi. Bundan birkaç gün önce Reza Zarrab’ın malvarlığı üzerine konulan tedbirin kaldırılması kararına yaptığım itiraz metnine imza atmamak için Ekrem Aydıner direnç göstermişti. Bu olay açık ve tam iş birliğine girdiğini gösteriyordu ancak tüm kamuoyunun onun rolünü öğrenmesi altına imza attığı takipsizlik kararları ile oldu. Doğrusu o takipsizlik kararlarını kendisinin değil akademisyen avukat Ersan Şen’in yazdığını, flashdisk ile getirip Ekrem Aydıner’in odasındaki bilgisayardan UYAP ortamına yapıştırıldığını bazı gazeteciler de dile getirdiği için artık açıklamakta beis görmüyorum. Malvarlığına konulan tedbirin kaldırılmasına yaklaşık bir sayfa kadar hukuki ve dosyadaki somut gerekçelere dayanarak itiraz yazdım ve onların da imzası gerektiğinden önce Ekrem Aydıner’e gönderdim. Katibim Halil Akgün’e “Ben dosyayı bilmiyorum, okumadım ki.” diyerek imzalamayacağını söylemiş. Bunun üzerine ana klasör olan mavi klasörü kendisine gönderdim okusun diye. İki gün geçti ama imzalamadı. Sonradan yeni atanan başsavcı Hadi Salihoğlu’na hoş geldin ziyaretine giden meslektaşlardan biri beni gördüğünde dedi ki “Seninki (Ekrem Aydıner’i kastediyor.) koltuğunun altında mavi bir klasörle başsavcının yanına geldi ve konuştular, o neydi?” Yani imzalamamak için diretirken okusun diye gönderdiğim klasörü alıp zaten kurşun asker olarak gönderilmiş olan yeni başsavcı Hadi Salihoğlu’nun yanına inmiş derhal. İki gün sonra da zaten dosyaların bizden alınması gerçekleşti. Can Dündar ile yaptığım ilk röportajda da karardaki bazı saçmalıklara ve hukuk metninde olamayacak bazı şeylere dikkat çekmiştim. Düşünün ki bir takipsizlik kararı metninde Reza Zarrab’ın Türkiye’nin cari açığını nasıl kapattığını övücü dille dört sayfa mavra yapılıyor, bunun bir savcının kaleminden çıkmış olma ihtimali var mıdır? Öte yandan; tutuklamaya sevklerin yapıldığı gün şüphelilerin durumlarını tartışacakken bana dönüp hiçbirinin durumunu tartışmadan “Ben biraz okudum midem bulandı kardeşim, kimi istiyorsan sevk et, ben altına imzamı atarım.” dedikten sonra ve daha sonra da tutukluluk sürelerinin uzatılması taleplerine de imza attıktan sonra “Ben dosyayı okumadım ki, bilmiyorum ki.” diyerek itiraz kararına imza atmaktan imtina etmesinde mantıksal tutarlılık var mıdır?



Savcı Ekrem Aydıner’in durumunu gerçekten merak konusu. Soruşturmaya ilk atandığı ile sonradan tutuklamaya sevk, tutuklamaya itirazın reddi, tutukluluğun devamı gibi her işlemde ortak imzanız var. Yani sizinle aynı görüşte. Ne oldu da sonradan görüşü değişti? Çünkü takipsizlik kararı verirken “Usulüne uygun delil toplanmadığı, suçun unsurlarının oluşmadığı ve herhangi bir örgüte rastlanmadığı’ gibi bir gerekçe kullanmış. Ayrıca rüşvet suçunu da neredeyse işlenmesi imkânsız unsurlara bağlamış. Peki o gün size bunları dile getiren bir çekincesi oldu mu? Zira bir savcının bakması gereken ilk husus delillerin yasaya usule uygun olup olmadığıdır. Daha önceki işlemlerinde dosyanın içeriğini bilmeden mi imza attı?



Açıkçası bu zırvaların bir savcının kaleminden çıkması imkansızdır zira madem öyle hukuksuzluklar gördün de neden daha önce her işlemin altına imza attın diye sormak gerekmez mi? Yazdığı gerekçelerin hukuken fahiş derecede yanlış olduğunu da anlatırım ama çok uzar. Rüşvet suçunun oluşamayacağına dair gerekçe tutuklamalardan hemen sonra bana ziyarete gelen ve havuz medyasında beyanlarının tamamen çarpıtılarak verilmesi nedeniyle özür dilemeye geldiğini beyan eden avukat Ersan Şen’in ileri sürdüğü gerekçedir. Belki bu gerekçeler Ersan Şen tarafından sonradan biraz daha genişletilmiştir. Zaten o takipsizlik kararının avukat Ersan Şen tarafından bir flashdisk ile hazır olarak getirildiği ve Ekrem Aydıner’in katibine verilerek UYAP ortamına yapıştırıldığı bilinen bir gerçek. Bu denli hukuksuzluğun savcı Ekrem Aydıner tarafından ne karşılığında(!) yapıldığı da ileride ortaya çıkacaktır. Avukat Ersan Şen’in Halkbank genel müdürü Süleyman Aslan’ın avukatlığı için o zamanın parasıyla bir milyon lira aldığını duymuştum. Üzerine başkalarından da bir şeyler almış olması muhtemeldir. Bunca zırvanın uydurulması kolay değil neticede.



/



“ERDOĞAN, SADULLAH ERGİN’E ‘NE HUKUKU NE DELİLİ LAN HEPSİNİ SAVURACAKSIN’ DEDİ”



Dönemin İstanbul C. Başsavcısı Turan Çolakkadı ve Adalet Bakanı Sadullah Ergin aslında soruşturmanın sekteye uğratılması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Buna rağmen kısa süre içinde ikisi de mevcut görevlerinden alındı. Yerlerine gelen kişiler, yani Hadi Salihoğlu ve Bekir Bozdağ’ın hangi özellikleri vardı da tercih edildiler ya da öncekiler siyasi iktidarın istediği neyi yapmadılar?



Gerek başsavcı Turan Çolakkadı gerekse adalet bakanı Sadullah Ergin her ne kadar koltuklarını korumak isteseler de hissettiğim kadarıyla az da olsa hukukun aşılamayacak sınırları konusunda bir ahlaki barajları vardı şuur altlarında. Yerlerine gelen başsavcı Hadi Salihoğlu ile adalet bakanı olan Bekir Bozdağ ise hukuksuzlukta ne kadar ileri gidebilecekleri hususunda şeytana pabucunu ters giydirecek ve şeytanı şeytanlığından utandıracak derecede militanca icraatlar sergileyebilecek ve bundan da zerrece utanmayacak tıynette kişilerdi. Mesela bana gelen duyuma göre adalet bakanı Sadullah Ergin başsavcı Turan Çolakkadı ile görüşüp Ankara’ya döndükten sonra Recep Erdoğan ile görüşmesinde dosyanın çok dolu olduğunu ve hiçbir şey yapılamayacağını söylemiş, Erdoğan ise “Ne hukuku, ne delili lan! Hepsini savuracaksın.” diyerek bilinen tarzdaki tepkilerinden birini göstermiş. Aynı şekilde Turan Çolakkadı da yerine gelenin yaptığı ahlaksızlıkları/hukuksuzlukları irtikap edebilecek derecede düşük yapıda değildi. Dolayısıyla istenenleri tam olarak yapabilecek derecede karakter ve makam zaafları olanlar getirildi yerlerine. Aslında bu durum o dönem tüm atamalarda böyleydi. Devlet memuriyetinde tutulmaması gereken çocuk tacizi nedeniyle görevinden uzaklaştırılmış bazı emniyet müdürleri yeniden etkili makamlara getirildiler. Sürecin başlarında yaptığım tespiti ifade etmem gerekirse; yaptırılacak pis işleriniz varsa bunu temiz insanlara yaptıramazsınız, dolayısıyla nerede pis adamlar varsa onları bulur ve yapacak makama getirirsiniz. Eğer evveliyatı pis değilse de eziklik kompleksi içinde ya da makam zaafıyla adeta “Ben her istediğinizi yaparım, yeter ki beni kullanın.” diyen karakter fukaralarını getirirsiniz pis işlerinizi gördüreceğiniz makama. Mesela emniyette Yakub Saygılı’nın yerine mali şubenin başına getirilen Hakan Sıralı’nın geçmişi kirli değil ancak önemsenme zaafı olan ve ne olur beni kullanın diye can atan bir karakter fukarasıdır. Bunun gibi yüzlerce ya da binlerce atama yapılmıştır. Hadi Salihoğlu gibi geçmişte yine İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığı döneminde Recep Erdoğan’ın yolsuzluklarının kapatılmasında kurşun askerlik yapmış, kumar zaafı olan, akçeli işlere bulaştığı şayia halini almış ve daha önemli bir makama gelmek için karakter zaafını açıkça belli eden biri lazımdı ki bu hukuksuzluklar irtikap edilebilsin. İsmail Rüştü Cirit gibi geçmişte Erdoğan’ın yolsuzluk davasında beraat kararı veren biri lazımdı ki istenilen kararlar elde edilebilsin. Mesela kurşun askerlik yapmak üzere bilahare kurulan 6 adet sulh ceza hakimliğinden birine atanan Cevdet Özcan’ın o hakimliğe atandığında sanki büyük bir makama atanmış gibi eşinin içli köfte yapıp lojmanda dağıtmaktan bahsettiği, yani buna çok sevindiği duyulan bir kompleksli karakter zaafı örneğidir. Alta tarafı sulh ceza hakimi yapılmış ama kendisine yaptırılacak hukuksuz işler öncesi bir polis şoförüyle basit bir ford focus araç tahsis edildi diye önemli bir makama getirilmiş gibi seviniyorlar. Bilahare Zindaşti’yi tahliye eden hakim bu aynı zamanda. Düşük karakterli bu tiplerin bilahare aldıkları talimatlar doğrultusunda nasıl tutuklamalar yaptıklarını, nasıl şaibeli işlere imza attıklarını biliyorsunuz.



Soruşturma başladıktan sonra dosya uhdenizden alınıncaya kadar şahsınız ve elinizdeki dosya ile ilgili açık ya da gizliden bir takibat ve müdahale girişimi oldu mu buna dair neler yaşadınız?



Odamın dışarıdan kamerayla takip edildiğini daha önce (Ocak 2015) yapmış olduğum ilk röportajımda ifade etmiştim. Bilahare yani 15 Temmuz sonrasında alınan ve bana ulaşan bir ifade tutanağı içeriğinden net şekilde anlaşılıyor ki sadece dışarıdan değil, odam içeriden de hem dinlenmiş hem kamerayla kayda alınmış hem de tüm telefonlarım dinlenmiş. Mesela ben böcek taraması yaptırdığımda odada elle mekanik ve kabaca tarama yapan genç bir emniyet görevlisi ve benden başka kimse olmadığı halde bir polis ifade tutanağında sanki tanık gösterilen kişinin yanında böcek taraması yaptırmışım da o da tanık olmuş gibi yazılmış. Ben bu konudan bugüne kadar hiç kimseye bahsetmedim. Böcek taramasını güvendiğim görevli bir emniyet amirinden istemiştim ve o da biraz tecrübesi olan genç bir emniyet mensubunu göndermişti. Daha sonra hiç kimseye bundan bahsetmediğim halde (yani aramayı yapan dahil ben dahil üç kişi dışında hiç kimse bilmediği halde) bir şahsın ifadesine girilmiş. Bu açıkça gösteriyor ki aslında odamda o esnada kamera varmış ve yaptırdığım her iş ve işlem izlenmiş ve kaydedilmiş. Daha ilk günlerde benden haber yapmak üzere bilgi istemeye gelen, o güne kadar hiç görmediğim ve tanımadığım gazeteci Bülent Ceyhan’ın aleyhine tanık beyanı oluştururlarken bunu kullanmışlar. Zira onun bana geldiğini ve onunla aramda geçen diyaloğu da kelimesi kelimesine yazmışlar ifade tutanağına. O diyalog sırasında odamda bulunmakta olan bir şahıs bunlara şahit olsa bile bir sürü konuyu yıllarca aklında insicamlı şekilde tutamaz. Hele benim gazeteci Bülent Ceyhan’ı tanıyıp tanımadığını dahili hattan kulağıma iyice yapıştırarak Zekeriya Öz’e sorup ondan aldığım cevabı iki metre mesafede oturmakta olan şahsın duyması, adını, kim olduğunu ve mesleğini bilmediği bu gazetecinin adını, soyadını da belirterek tüm diyaloğu kelimesi kelimesine üçbuçuk sene sonra hatırlayıp anlatması tamamen imkansızdır. Zaten ifade tutanağının yazımından bunun bir tanık ifadesi olmayıp MİT tarafından odamdaki tüm faaliyetin kayda alınarak bilahare başkaları aleyhine kullanılmak üzere polisin önüne konulduğu anlaşılıyor. Kısa süre savcılık yapan biri bir tanık ifadesindeki cümle yapısının nasıl olacağını bilir ama o tanık ifade tutanağında başka bir metinden kopyalanıp tutanağa dolaylı anlatım tarzıyla yazıldığı açıkça anlaşılıyordu. Tanık diye ifade imzalattıkları şahsın huzuruyla gerçekleşmeyen ve hiçbirine tanık olmadığı olayları yıllar sonra insicamlı şekilde anlatabilmesi zaten aklen, mantıken ve fiziken mümkün değildir. Umarım hukuk bir gün ülkeye döner ve o zaman yasadışı kayıtları yaptıranlar, yapanlar ve kullananlar ne yaptıklarını görürler ve ağır  sonuçlarına katlanmak zorunda kalırlar.



/



“ATTIĞIM İMZALARIN HİÇBİRİNDEN PİŞMAN DEĞİLİM”



O soruşturmada yaptığınız veya yapamadığınızdan dolayı pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı? Bugün olsa aynı imzaları atar mıydınız?



Attığım imzaların hiçbirinden dolayı pişmanlığım olmadı, yaptığım iş ve işlemlerden de. Hatta benimle o sürece tanık olanlar olağanüstü bir performans gösterdiğimi ifade ediyorlardı. Elimden gelenin azamisini yapmaya çalıştım. Ama bugün olsaydı belki aşırı iyi niyetimin eseri olarak açık ettiğim bazı konuları daha ketum davranarak saklardım ve de muhataplarıma daha farklı sinyaller gönderirdim ki sonuca ulaşabileyim. Yani taktiksel anlamda daha usta bir satranç oyuncusu gibi davranamadığım için üzgünüm, o kadar. Aslında soruşturmaların benden çarpılması benim yaptığım ya da yapamadığım bir eksiklikten olmadı. Reza Zarrap’dan büyükçe bir menfaat temini planlayarak ve sureti haktan görünerek kendi kendine lüzumsuz girişimlerde bulunan adı geçen avukatın odamdaki konuşmalarına vakıf olduklarında iki gün sonra havuz medyasında “Başbakanı suçla seni tahliye edelim.” manşetiyle haber yapıldı. Adı geçen avukat bana geldiğinde Reza Zarrap’ın avukatı olduğunu ve müvekkilinin kendisine dosyada bilinmeyenlerin olduğunu ve bunları anlatabileceğini ancak bunun için tahliye sözü istediğini söyledi. Ben de kendisine bunun mümkün olamayacağını zira örgüt lideri sıfatıyla işlenen tüm suçlardan sorumlu olduğunu ve ağır bir cezayla karşı karşıya olduğunu, bizim ceza sistemimizde pazarlık usulünün olmadığını ifade ederek talebi reddettim. Benden olumlu cevap alamayacağını görüp tam odamdan çıkacakken geri dönüp “Ama bir de diyor ki, karaciğerinde 1.5 santimlik tümör varmış ve içeride kaldığı 1 aylık sürede 2.5 santime çıkmış ve bunun için de tahliyesi gerekiyormuş.” Kendinizi avukat olarak düşünün ve müvekkilinizin çok hızlı ilerleyen bir kanser ile karşı karşıya olduğunu öğrenin ama soruşturma savcısına gelip başka pazarlıkla tahliye isteyin, reddedildiğini görünce bu kez bu kadar önemli sağlık problemini hem de odadan çıkmak üzereyken hatırlayıp dile getirin, ne güzel senaryo değil mi? Ben de yedim! O güne kadar hiçbir onkolojik muayenesi yapılmamış, ciğerindeki tümörü kim tespit etmiş? Tutuklandıktan sonraki 1 ay zarfında da hiçbir muayene ve tedavi görmemiş, 1.5 santimlik tümörün 2.5 santime ulaştığını kim, nasıl, neyle ölçmüş? Bu kadar hızlı ilerleyen bir kanser hastalığını avukatı olsanız diğer pazarlığınızdan sonuç alamayacağını görünce mi hatırlarsınız yoksa en öncelikli tahliye talebi gerekçesi mi yaparsınız? Nitekim Amerika’daki tutukluluğu sırasında da aynı ayak oyununu oynadı Reza Zarrap. Aradan yıllar geçmiş, oradaki tutukluluğu sırasında tahliyeyi umud ederek aynı yalanı tekrarlıyor. Bir ayda 1.5 santimden 2.5 santime çıkan tümörü gerileyip 1.5 santime düşmüş olmalı ki orada tutuklu iken yine birden hızla büyümeye başlamış ama ne hikmetse aradan geçen yıllar zarfında hiç büyümemiş. Ben avukatın bu ayak oyunlarına gelmeyip taleplerini reddettiğim için iki gün sonraki havuz medyasında “Başbakanı suçla, seni tahliye edelim.” başlığıyla yapılan haberlerde o avukatı suçlayan haber içeriği mevcuttu, bana ise sataşma yoktu.



İddianameyi tamamlayıp dava açmama bir hafta kala Avukat Koca’nın menfaat odaklı bu girişimi soruşturmanın çarpılmasına ve akamete uğratılmasına neden oldu ki bu durum o avukat açısından tarihi bir vebaldir. O güne kadar soruşturmada hiçbir rol üstlenmemişsin ama bir anda ortaya çıkıp sanki soruşturmanın daha da aydınlanmasını istiyormuş gibi davranıyorsun ama aslında niyetin bambaşka. Odamın içinde gerçekleşen ve başka kimseye bahsedilmeyen bu olay aynı zamanda odamın içeriden anbean izlendiğinin de bir diğer ispatıdır. Ancak buna rağmen Reza’nın konuşma ihtimali Ankara’daki suçluları ve özellikle Recep Erdoğan’ı ziyadesiyle korkutmuş olmalı ki bu konuşmadan belki bir gün sonra Zafer Çağlayan’ı cezaevine gönderip güvenlik kameralarını kapattırarak görüştürmüşler ve “Sakın konuşma, biz seni tahliye ettireceğiz.” taahhüdünde bulunmuşlar. Ben o avukata pazarlıksız şekilde konuşacaksa ifadesini alayım demiştim ve iki gün sonra tekrar odama geldiğinde “Artık çok geç, Zafer Çağlayan gidip görüşmüş ve tahliye sözü vermiş, konuşmama kararı aldı.” dedi. Net olarak anlaşılıyor ki; o avukatın Reza’yı hem konuşturmak hem de bir şekilde tahliyesini sağlamak şeklindeki girişiminden haberdar olunca, Reza Zarrab konuşursa hiç iyi olmaz düşüncesiyle derhal havuz medyasında ön alma amaçlı manşetler atıldı ve ya o haftanın son günü ya da ertesi hafta başsavcı değiştirildi. Zira avukatın konuşmalarının içeriği nedeniyle telaşlandılar ve işi şansa bırakmak istemediler. Aynı anda birden fazla havuz medyasında aynı mahiyette başlıklar atıldığında ve aynı konu üzerinde durulduğunda malum olduğu üzere bunlar MIT’in havuz medyasındaki uzantıları aracılığıyla yapılmaktadır. Aynı gün birden fazla havuz gazetesinde aynı konuya aynı başlıkla ve ana manşetle dikkat çekilmesi telaşın büyüklüğünü gösteriyor. 2014 yılı şubat ayı yayınları kontrol edilirse bu başlıklar rahatlıkla bulunabilir.



Odamın içinde gerçekleşen ve başka kimseye bahsedilmeyen bu olay aynı zamanda odamın içeriden anbean izlendiğinin de bir diğer ispatıdır.



Can Dündar ile yaptığınız röportajda yolsuzluğun Recep Erdoğan ve ailesine kadar uzadığını ifade etmiştiniz? Bu süreç bir hukuk devletinde başlasaydı ve normal şekilde devam etseydi sizce nasıl bir hale evrilirdi?



Öncelikle belirtmem gerekir ki başbakan ve bakanlar hakkında fezleke yazılmaz, zira onların yargılamaları yüce divan sıfatıyla anayasa mahkemesinde yapılır, soruşturma mecliste kurulan komisyonca yapılır ve sonuçta mecliste yüce divana gönderme kararı alınırsa komisyonun hazırladığı rapor iddianame yerine geçer. Bu prosedür anayasanın 100. maddesinde yer almaktadır. Bu açıklamadan sonra ilk defa burada açıkladığım bir gerçeği ifade edeyim. Operasyondan önce mahiyeti itibariyle nasıl ağır baskıya maruz kalacağımı tahmin ediyordum ve yükü nasıl hafifletebilirim diye birçok konu ile birlikte bu hususu da düşünüyordum. Satrançtan anlamam ama bir satranç oyuncusu gibi ben ne yaparsam ortaya nasıl bir sonuç çıkar, hangi adımları hangi taktik sıralamaya göre atmalıyım ki azami yol alabileyim gibi konularla beynim sürekli meşguldü ve hatta uykumdan erkenden uyanmama da çoğunlukla bu sebep oluyordu, yani beni uyutmuyordu. Siyasetçi hüviyeti bulunan suç faillerinin hukuka kesinlikle teslim olmayacaklarını operasyonu yapmadan önce biliyor ve konuştuğum ve bu soruşturmada benimle  çalışan bazı emniyet görevlisi arkadaşlara da söylüyordum. Ancak sonuçta ben görevimi yapmak zorundaydım, sonucu beni ilgilendirmiyordu. Bu nedenle sonuca ulaşmasına müsaade edilmeyeceğini bildiğim halde operasyona imza atmaktan geri durmadım. Sonuca ulaşmaktan neyi kastettiğimi daha önce ifade ettim. Bir savcı olarak amacım suçluların mümkün olan en kısa sürede tüm delillerle birlikte mahkeme önüne çıkarılmasıdır. Ancak yine de sonuca ulaşabilmek için bazı taktik adımlar da izledim. Bu meyanda muhtelif kanallardan sürekli soruşturmada Erdoğan ailesinin herhangi bir ferdinin olup olmadığının, aile hakkında herhangi bir işlem yapılıp yapılmayacağının yoklandığı ahvalde soruşturma ve şahsım üzerindeki yükü hafifleterek sonuca ulaşabilmek için Erdoğan ailesiyle ilgili herhangi bir şey yok dedim. Açıklama yapmak ve özür dilemek için benimle görüşmeye geldiğini söyleyen avukat Ersan Şen’in o görüşme sırasında sarf ettiği “Tüm meslek hayatımda ilk defa bir soruşturmanın bu kadar siyasi zemine çekildiğine şahit oluyorum.” sözü de durumu anlatır sanırım. Takip ettiğim bu taktik tavırla bir süre daha tüm engellemelere rağmen dosya üzerinde çalışabildim. Ta ki az önce bahsettiğim avukat Halil İbrahim Koca’nın girişimine kadar. O girişim olmasaydı sonuca ulaşmama ramak kalmıştı, bir hafta belki en fazla on gün yetecekti. Yani o avukatın şahsi menfaat odaklı girişimi bu tarihi kırılmaya neden oldu maalesef. Ancak o ana kadar benim tarafımdan operasyon öncesi belirlenen ve dosya benden çarpıldığı ana kadar da ısrarla uygulanan bir taktik adım olarak Recep Erdoğan hakkında bir şey yok diyerek zaman kazandım. Nitekim operasyondan günler önce delilleri incelemek ve yapılacaklara dair istişare etmek için iki gün emniyete gittim ve her birinde saatlerce kaldım. Burada fezlekeyi hazırlamakta olan komiser yardımcısı Hüseyin Korkmaz’a Erdoğan’ın olaylardaki rolünü vurgulamayın diye özel olarak talimat verdim. Verileri koymayalım mı diye sordu; hayır onu kastetmedim, tüm veriler dosyada ve fezlekede yer alacak ancak şüphelilerin sorumluluklarının anlatımında Erdoğan’ın rolünü siz şimdilik vurgulamayın ki dikkat çekmesin, belki böylece soruşturmanın üzerindeki yükü bir nebze olsun hafifletir ve sonuca yaklaşabilirim dedim. Nitekim öyle de yapıldı, ben de aracılarla yapılan yoklamalara onunla ilgili bir şey yok dedirttim. Niyetim, soruşturmaya dair ana iddianameyi mahkemenin önüne gönderebilirsem aynı anda Erdoğan hakkındaki bilgi notunu da meclise göndermekti. Yoksa onun rolüne ve dahline dair delilleri görmemiş ya da ona ayrıcalık tanımış yahut onun hakkında işlem yapmaktan korkmuş değilim. Tabii ki burada Can Dündar ile yaptığım ilk röportajımdaki cümlelerim akla gelebilir. Onlarda ilk defa burada açıkça anlattığım duruma ters bir yön yok. Mesela Erdoğan’ın hiçbir şüpheli ile tapesi yoktu, onunla ilgili deliller diğer bakanlar hakkındaki kadar açık değildi ama aslında normal bir hukuk düzeninde ve ortamında fazlasıyla yeterli idi. Ben de gerek dijital verilerin incelenmesi gerekse tüm ifadelerin tamamlanmasından sonra o ana kadar elde olanlara ek bir şeyler daha ortaya çıkarsa onları da eklerim diye düşünüyordum. Yani bu yönüyle verilerin biraz daha incelenmesi daha iyi olacaktı. Ama ana gerekçem, soruşturmanın üzerindeki ve kendi üzerimdeki kurşundan ağır yükü hafifletmekti. Bu nedenle az önce belirttiğim gibi, ana iddianameyi mahkeme önüne gönderinceye kadar zaman kazanmak istedim ve bu nedenle Erdoğan hakkında bir şey yok diye dolaylı yollardan sinyaller gönderdim. Ancak ilk röportajımın daha ilk gününde her olayın ardında Erdoğan’ın olduğunun görülmekte olduğunu da açıkça belirttim. O röportaj sırasında da şahsım hakkında hala birtakım can güvenliği riskleri olduğundan burada detaylı anlattığım taktik planımdan bahsetmedim. Ancak bugün ulaşıp sorma imkânı olsa en azından komiser yardımcısı Hüseyin Korkmaz bu talimatımı ve niyetimi doğrulayabilirdi sanırım.



Soruşturma normal bir hukuk devletindeki gibi yürütülebilseydi, ortaya çıkan manzara ve deliller karşısında hükümetin istifası, sorumluların derhal dokunulmazlıklarının kaldırılması ve yargılanması sonuçları doğardı. Doğrusu; gelişmiş hukuk devletlerinde bunun aksi bir manzara düşünülemez bile. Kamuoyu baskısı öyle ağır olur ki, kimse Türkiye’deki gibi siyasi jargonlara sığınamaz ve bir gün daha bile olsa bulunduğu makamda durma arsızlığını sergileyemezdi. Ancak toplumun siyasi kamplara bölündüğü, ahlaki temellerin tamamen tarumar olduğu o günün toplumunda manzara bu şekilde oluştu. Daha operasyon yapmadan düşünüyordum; ben Recep Erdoğan’ın ve suç ortaklarının yerinde olsam, ortaya çıkan deliller tüm siyasi ve özgür bireysel hayatımın bitmesi sonucunu gösteriyor olsa, tüm itibarım ve sahip olduğum siyasi iktidarım elimden gidecek olsa ne yapardım diye, sanırım onun gibi davranırdım. Hatta ilk olarak ortaya atacakları söylemlerini bile tahmin etmiştim; bu bizi devirmek için yapılan bir darbedir diyeceklerini tahmin ediyordum zira net deliller karşısında yapabilecekleri hukuki bir savunma olamazdı ve nitekim onlar da siyasi söylemlere sığındılar, tabanlarını da bunlarla kandırdılar. Büyük bir kısmı kanmasa da menfaati icabı yine arsıza-hırsıza sahip çıktı. Zira sahip çıkılan da sahip çıkanlar da sahip oldukları her şeyi kaybetmekle karşı karşıya idiler. Ve; aralarında suça bulaşmamış ya da menfaati haleldar olmayacak kişi sayısı yok denecek kadar az olduğundan hepsinin tam bir dayanışma içine girecekleri de belliydi. Nitekim ahlaklı ve ilke sahibi birkaç milletvekili istifa etti; ben bu kirliler ve suçlular koalisyonunda yokum meyanında, diğer bazıları cılız tepkiler verdiler ama kahir ekseriyeti tam bir dayanışma içerisine girdi. Ortaya çıkan manzara sadece AKP ve Recep Erdoğan’ın kendi lehlerine başarısı değil, bir kirliler koalisyonunun sonucudur. Ergenekoncularla görüşmeye ve ittifak teklif etmeye Silivri Cezaevi’ne giden ve yolsuzluklarıyla, tetikçiliğiyle, havlamalarıyla meşhur Mehmet Metiner’in ve benzerlerinin nasıl yalınkılıç tehdit twitleri attığını, siyasi iktidardan nemalanan tarikat ve cemaatlerin nasıl destek verdiğini, ne yaparsan yap arkandayız açıklamaları yaptıklarını gördük. Ergenekoncu diye bilinen grup ise daha çok taktik akıl çerçevesinde hareket ederek hem o günlerde hem 15 Temmuz’da AKP ile işbirliğine gitti. Geçmişte de ucu siyasi iktidarın en tepesine uzanan iddialar maalesef hiçbir zaman soruşturulamadı ya da sonuca ulaştırılamadı ama hiçbir zaman bu denli arsızlık ve aleni hukuksuzluklar da yaşanmadı. Söylenebilecek çok şey var aslında ama herkes her şeyin farkında, bile-isteye yapıyor yanlış tercihlerini. Tercihlerinin sonuçlarını da yaşıyor ve daha yaşayacakları çok şey var. Türkiye diğer Ortadoğu coğrafyası ülkeleri ve toplumlarından farklı görünse de temel reflekslerinde ve tercihlerinde değişen bir şey olmuyor maalesef. Güçlüye bir şey olmuyor.



/



“ZEKERİYA ÖZ’ÜN SORUŞTURMADA HİÇBİR ROLÜ YOKTU AMA ÇOK ONURLU DURUŞ SERGİLEDİ”



Bu soruşturmalarda Zekeriya Öz’ün görevi neydi? 17 Aralık soruşturması Öz üzerinden de çokça tartışıldı?



Zekeriya Öz’ün soruşturmanın koordinatörü olduğuna ilişkin yaygın bir yanlış algı var. İktidar, Ergenekon soruşturmaları nedeniyle medya ve siyasette yaşanan tartışmaları 17 Aralık soruşturmasına dahil ederek avantaj yakalamaya çalıştı. Ergenekon davasına karşı olanları 17 Aralık soruşturmasında kendisine destekçi haline dönüştürmek istedi ki bunda da kısmen başarılı oldu.



Tarafımca yürütülen iki soruşturmada da Zekeriya Öz’ün hiçbir rolü yoktu. Zira soruşturmaların yürütüldüğü büronun başsavcı vekili olmak o büroda yürütülen soruşturmaları bilme ve müdahil olma imkânı sağlamaz. En fazla konu başlığını bildiği bir dosyanın varlığından haberdar olabilir o kadar. Zaten imza ve sorumluluğu bulunmayan bir soruşturmaya müdahil olması hukuken de mümkün değildir. Tüm sorumluluğu üstlenen ve imza yetkisine sahip soruşturma savcısına talimat veremez, en azından soruşturma savcısı bunu dinlemek ve uymak zorunda değildir zira iddianamenin ve soruşturma evrakının altına kim imza atıyorsa sorumlusu odur.



Öte yandan Zekeriya Öz’ün ayrı bir başsavcı vekili olan farklı bürodaki (Memur Suçları Bürosu) TOKI yolsuzluklarını içeren dosyada herhangi bir rolünün olamayacağını anlatmaya gerek yoktur sanırım. Zira o büronun başka bir başsavcı vekili vardır ve müdahale edilemez. Başsavcılık ve bağlı büroların işleyişini bilen hukukçuların zaten bunun imkânsız olduğunu bilmeleri gerekir.



Eğer bir başsavcı ya da vekili dış etkilere açık olup bir soruşturmaya müdahale etmek isterse, en fazla o soruşturma dosyasını yürütmekte olan savcıdan ya kendi uhdesine alabilir ya da aynı bürodaki bir başka savcıya devredebilir, içeriğine doğrudan müdahale yetkisi yoktur. Bunu yapabilmesi için de müdahale etmek istediği soruşturmanın vekili olduğu büroda olması gerekir. Başka bürolardaki soruşturmalara hiçbir müdahalede bulunamaz.



Öte yandan; içerikleri aşırı kalabalık bu dosyalara vakıf olabilmesi de imkansızdır ki bu durumda neyi nasıl koordine edecek? Zaten 18 yıllık aktif savcılık dönemimde ve koordinasyonun bir nebze olsun söz konusu olabileceği 6 yıllık özel yetkili bölüm savcılığım sırasında başsavcının ya da bir vekilinin koordine ettiği bir soruşturmaya şahit olmadım.



Eğer kastedilen, soruşturmada istenmeyen bir gelişmenin önlenmesi veya istenmeyen bir yöne kanalize olmasının engellenmesi, istenmeyen kişi ya da kişilere dokunmasının önüne geçilmesi ise bu mümkündür zira muhtelif şekillerde engelleme imkanı vardır. Nitekim 17 Aralık diye bilinen soruşturmada da Turan Çolakkadı tarafından bu tür engellemeler yapılmıştı. İfadeye çağırdığım bir müdürü çağırmamı engellemek için “Soruşturmayı elinden alırım.” anlamına gelen usulünce tehdit üsluplu bir yazıya maruz kalmıştım.



Bilmediği ve üzerinde hiçbir çalışma yapmadığı bir dosyada (ki, burada iki ayrı büroda yürütülen üç ayrı ve her biri çok kapsamlı dosyadan ve operasyonlardan bahsediyoruz) koordinatör olabilme imkân ve ihtimali fiilen ve hukuken yoktur. Nitekim 17 Aralık’ta operasyon yapılan üç dosyanın hiçbirinde Zekeriya Öz’ün aktif görevi ya da rolü yoktu. 25 Aralık diye bilinen ve TMK 10. Madde İle Yetkili Bölüm’de yürütülen soruşturmada da zaten en ufak rolü olamaz zira o büronun da ayrı bir başsavcı vekili (Oktay Erdoğan) vardı ve yetki alanı tamamen farklıydı. Hiçbir savcı ya da başsavcı vekili başka büroların yürüttüğü herhangi bir soruşturmaya herhangi bir surette müdahil olamaz, yetkisi ve etkisi sıfırdır.



Sizce soruşturmaların koordinasyonunu Zekeriya Öz’ün yaptığı algısı nasıl oluştu?



İki olay nedeniyle bazı gazetecilerde ve kamuoyunda böyle bir algı oluşmuş olabilir:



Birincisi gözaltındaki şüphelilere sorulmak üzere hazırlanan soruların kurşun asker olarak İstanbul Emniyet Müdürlüğü makamına atanan Selami Altınok tarafından sorulmasının engellendiğine dair büroda görevli emniyet amiri Kazım Aksoy’dan tarafıma bilgi gelmesi üzerine ben de durumu o sırada hala odasından ayrılmamış olan Zekeriya Öz ile paylaştım. Zira o sırada dokuz şüphelinin gözaltı süresinin üçüncü gününde adliyeye sevkini istemiştim ve onların getirilmesini bekliyordum. Bu nedenle Vatan Caddesi’ndeki binaya gitme imkanım yoktu. Öte yandan; Selami Altınok’un yaptığına çok sinirlenmiştim ve gitmem halinde ciddi gerilim çıkacaktı, soruşturma zarar görebilirdi. Bu nedenlerle dahili hattan Zekeriya Öz’ü arayıp durumu anlattım ve çok sinirli olduğumu söyledim. Zekeriya Öz de bu duruma sinirlenerek “Sen işine bak, ben giderim.” dedi. Daha sonra buna dair görüntülerin medyada yer alması nedeniyle onun soruşturmada aktif rolünün olduğu zannı oluşmuş olabilir. Ama doğrusu soruşturmanın yürütülmesinde hiçbir rolü yoktu.



Bu şekilde kanaat oluşmasına neden olan bir diğer olay da o sıralarda internete düşen bir telefon konuşmasıdır. Recep Erdoğan’ın Bilal Erdoğan ile konuşmasında Hamdi Topçu aracığıyla Zekeriya Öz’e ulaşıp soruşturmaya müdahil olup frenlemesini istediği konuşmadır ki ben bunu Zekeriya Öz’e bilahare sorduğumda Hamdi Topçu ile bir görüşmelerinin olmadığını ve dolayısıyla kendisinden müdahalesini istemediğini söylemişti. Diğer bir olay ise ombudsman Nihat Ömeroğlu ile bilahare Yargıtay Başkanlığı’na atanacak olan İsmail Rüştü Cirit aracılığıyla Bursa’da bir otelde ailece yemeğe gittikleri ve orada Zekeriya Öz’den soruşturmalara müdahale etmesini açıkça istedikleri ve Zekeriya Öz’ün de bunun mümkün olmadığı bildirdiği olaydır. Bunu bana kamuoyuna yazılı açıklama yapmadan önce anlatmıştı ancak bir de yazılı açıklamasıyla öğrenmiş olduk. Zaten burada istenilen şey soruşturmaları frenlemesidir, özellikle de Erdoğan ailesine dokunan yanları varsa engellemesini istiyorlar. Bu durumda, yani Zekeriya Öz’ün müdahale girişimi olsaydı dahi bu üç ayrı soruşturmanın koordinasyonu anlamına gelmezdi.



Hatta operasyon sabahı lazım olacağını tahmin ettiğimden soruşturma dosyasını takip eden komiser Hüseyin Korkmaz’a soruşturma hakkında olabildiğince özet bir bilgi notu hazırlaması talimatını vermiştim. O da bu talimatım doğrultusunda yanlış hatırlamıyorsam 23 sayfalık A3 boyutunda spiralli not defteri gibi bir bilgi notu hazırlamıştı. Bir nüshasını başsavcı Turan Çolakkadı’ya versin diye, bir suretini de soruşturmanın mahiyeti hakkında özet de olsa bilgi sahibi olması için okusun diye Zekeriya Öz’ün kendisine olmak üzere iki adet bilgi notu bırakmıştım. Bunu dahi okuduğundan şüpheliyim. Nerde kaldı onlarca klasörlük dosyaları okusun ve koordine etsin.



Ancak; 17 Aralık sonrası birçok savcı ve hakimin sırf büyükşehirden sürülme endişesi ile yaptığı hukuksuzlukları hatırlayınca, Zekeriya Öz’ün mesleğini, konumunu ve hürriyetini kaybetme pahasına gelen baskılara ve tehditlere direnmesinin takdir edilmesi gereken onurlu bir direniş olduğunu kabul ve ifade etmek gerekir.



/



“ÜLKENİN TÜM NAMUSSUZLARI İTTİFAK YAPTI”



17 Aralık dosyasının ve devamında Türkiye’nin başına gelenleri bir cümlede nasıl ifade edersiniz?



Türkiye’nin tüm kirlileri-namussuzları-kanunsuzları ittifak yaptı ve dürüstlük/dürüstler kaybetti. Aslında kaybedenin çeşitli menfaat kaygılarıyla hareket edenler ve tüm Türkiye olduğu sanırım kısa süre sonra net ve çok acı şekilde anlaşılacak, hatta bu kirli ittifakın tüm yandaşları ve destekçileri pişmanlıktan kıvranacak ancak artık geri dönüş mümkün değil. Plana sadık kal diyenler de dahil. Plana sadık kal diyenlere finalde ne kalacağını da görürüz artık. Doğrusu; operasyonu yapmadan önce de bunun bir deprem etkisine neden olacağını tahmin ediyordum ve hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını da öngörüyordum ama bilahare gerçekleşen ağır hukuksuzlukların, zulümlerin olabileceğine ben dahi tüm bu öngörüme rağmen ihtimal vermiyordum. Gazeteci Ahmet Altan’ın bir tespiti bence durumu güzel özetliyor: “Eğer bu ergenekoncular hapisten çıkar ve bu siyasal islamcılarla iş birliği yaparlarsa, bu Türkiye’nin kıyameti olur.” diyordu. Yaşananlar tamamen bundan ibarettir. Kanlı katillerle namlı-arsız hırsızlar, menfaati için satmayacak değeri olmayanlar bir suç ortaklığı kurdular. Sosyal medyada 15 Temmuz öncesinde bazı siyasilerin yaptığı açıklamalar da nasıl bir kirli pazarlığın döndüğünü, nasıl kirli bir koalisyonun kurulduğunu açıkça anlatıyordu. Sosyal medyayı takip edenler bunları görmüştür. Öyle sanıyorum ki tam ve çok ağır bir yıkım olmadan tekrar düzelme olmayacak ve oraya doğru hızla gidiyoruz. Aradan geçen yıllara bakarak bunun neresi hızla gidiş diye akla gelebilir. Devletlerin ve toplumların hayatında, büyük yıkımlar ve akabinde büyük dönüşümler bir anda ya da kısa süre zarfında gerçekleşmez, uzun yıllar alır. 17 Aralık’tan en fazla iki hafta sonra bir şahsi değerlendirmem olarak diyordum ki; en fazla altı ay zarfında uyuşturucu suçları, bir yıl zarfında da çete suçları patlama yapar zira dürüst çalışan tüm polisleri ve savcıları darmadağın ettiler, yürütülmekte olan soruşturmaları kapattılar. Nitekim tam olarak da öyle oldu; bir yıl sonra Nişantaşı gibi elit bir semtte kaleşinkofla tarama eylemi gerçekleşti. Ülkenin bugün nasıl bir uyuşturucu merkezi haline geldiğini, nasıl uluslararası mafya yapılanmalarının merkezi haline geldiğini görenler daha ilk iki hafta içinde yaptığım o değerlendirmeyi takdir edeceklerdir. Devlet dediğiniz şey bir bina ya da heykel değildir, uyulması üzerinde mutabık kalınan kurallardır ve halka hizmet için vardır. O zaman teamül haline gelmiş ve aksi düşünülemeyecek kurallar öyle ihlal edildi, her şey öyle tarumar edildi ki adım adım devlet tüzelkişiliği yıkıma sürüklendi. Bugün ortada devlet görünümlü bir yapı olabilir ancak bunun gerçek bir devlete ait vasıfları taşıdığı kanaatinde değilim. Anayasa mahkemesinin kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum diye açıkça ve arsızca dillendirebilen başbakan olur da toplum sen ne diyorsun diye demokratik tepki vermezse, onlarca yıldır uyula uyula teamül ve ahlak haline gelmiş kurallara uyulmayabileceği ve tamamen keyfi davranılabileceği psikolojisi oluşur hem toplumda hem devletin görevlilerinde. En yukarıdakiler keyfi, kuralsız davranışların en ağırlarını sergiler ve hiçbir tepkiyle karşılaşmazlarsa, bu aşağıya kadar sirayet eden ve sonuçta devlet tüzelkişiliğinin yıkılışı sonucunu doğuran, domino taşlarının birbiri ardına yıkımı gibi sıralı bir yıkıma neden olur. En aşağıdaki sıradan halkın anlaması en sondaki en vahim tabloyu gördüğünde gerçekleşir ve artık çok geçtir. Ben bugünkü yıkımı o günlerde öngörmüştüm ama belki arada aklı selim sahipleri bu kötü gidişe dur der dedim ama olmadı. Sabırla beklemesini başarabilenler, bundan sonrası için de ne demek istediğimi daha iyi anlayacak ve neticelerini göreceklerdir. Yaratan’dan temennim; bu kirli koalisyona fiilen ya da ruhen taraftar olmayanları onların şerlerinden koruması.

Son güncelleme: 11:25 20.12.2023
SIRADAKİ HABER
Sayfa Başı