• Turkhane Logo

Tek kişilik hücrede 365 gün: Kozağaçlı yazdı ‘Yıldönümü’

KHK ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı 365 gündür Silivri Cezaevinde tek kişilik hücrede tutuluyor. Kozağaçlı'nın Bianet'te yayınlanan 'yıldönümü' başlıklı mektubu şöyle:

14:15 13 Kasım 2018 Salı
Tek kişilik hücrede 365 gün: Kozağaçlı yazdı ‘Yıldönümü’
KHK ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Avukat Selçuk Kozağaçlı 365 gündür Silivri Cezaevinde tek kişilik hücrede tutuluyor. Kozağaçlı'nın Bianet'te yayınlanan 'yıldönümü' başlıklı mektubu şöyle:

Bugün yıldönümüm.

Sonbahar netameli mevsim, arka arkaya yıldönümleri var. Korkarım bunların aklına bizi öldürmek, tutuklamak yahut dövmek genellikle sonbaharda geliyor niyeyse artık.

Elbette istisnalar var. Geçen yüzyılın başında güzel bir Ekim günü devrim yapmış olmaktan ve aynı yüzyılın sonlarında güzel bir Ekim günü evlenmiş olmaktan kaynaklanan mutluluklarım ben yaşadıkça devam edecek.


Bu aralar – maalesef – adet edindiğimiz üzere “dava, dosya, mahkeme, hukuk…”mevzusu açıp sohbete “iş” getirmeyelim bugün hiç. Yıldönümlerinden konuşuyoruz ne güzel. Misal, hava geçen yıl bu zamanlar da böyleymiş not almışım deftere: “Tam uçurtma havası var dışarıda…” diye. Serin ama güneşli, az bulutlu, pır pır rüzgârlı bir pastırma yazı. Sadece bir yıl yaşlanarak ne kadar anneme benzemiş olmalıyım ki; bu sabah kapı açılıp da havanın kokusu burnuma gelir gelmez: “Tam çamaşır kurutma havası…” deyip leğeni çıkardım havalandırmaya. Neydim dememek lazım; ne lazımsa o olunacak herhalde yaşımız ilerledikçe. Yoksa hava aynı hava…

Tam üç yüz altmış beş gündür tek kişilik hücredeyim. Boyu üç metre yetmiş beş santim, eni üç metre yirmi beş.

“Belki saymayı mutsuzluk bulmuştur, mutsuzlar hep sayar.”[1] demiş Didem Madak “Karınca Kumu”nda; ama ben mutsuz değilim. Faşizm kişisel bir sorun, can sıkıntısı, fiziksel acı yahut duygusal ıstırap değil. Bunların hepsine yol açabilse dahi o özünde son derece nesnel bir baş belası. Birimize değil hepimize; “Gel dövüşeceğiz!” diye edepsizce sırıtan bir kabadayı. Benimkisi çağrıldığında gitmekten ibaret. “Gitmeyiver sen de çağırdığında, otur evinde, gidip dayağı yiyeceğine…” diyorsanız; kapalı perdeler arkasından çıkılamayan mekânların sözde güvenli melankolisine değil, açık havanın tehditkâr romantizmine ihtiyacımız var, derim. Zaten saklanamazsanız, neredeyseniz oraya gelir bir süre sonra. Yani romantiğiz evet ama mutsuz değiliz. Ben niye sayıyorum her bir şeyi o vakit?

Tamamen eğitim ve alışkanlık meselesi diyebilirim. Bundan yıllar önce, ilk tutsaklığımda ziyaretime gelen Eşber Yağmurdereli’ye sormuştum: “Abi sen bilirsin bu işi, ne yapacağız şimdi? Nasıl yatıyoruz?”

O da bana saydırmıştı sırayla :

“İç kantin yaptın mı?”

“Yaptım abi.”

“Dış kantin?”

“Sebze aldım abi.”

“Posta geldi mi?”

“Geldi”

“Ziyaret?”

“Bacım.”

“Sen yazdın mı dışarı?”

“Hı hı… Betül’e abi.”

“Hamama çıktın mı peki?” Ah kıyamam. Eski adam işte, nereden bilecek.

“Hücredeki tuvalet taşının üstüne duş başlığı takmışlar abi, yok artık hamam dediler, öyle yıkanıyoruz işte.”

“Eh olsun. Tam bir tur yapmışsın. Başka bir numarası yok mahpusluğun. Şimdi mesele, bundan kaç tane yapabiliyorsun, say bakalım, çıkınca söylersin bana…”demişti.

Tophane’de nargile içerken söyledim; saydığıma mı, yattığıma mı niyetle bilemedim ama “Aferin” dedi. Her ateşin bacası, her mektebin hocası ayrı oluyor tabiatıyla.

Saymamın mutsuzlukla bir ilgisi olmadığında anlaştıysak devam ediyorum. Yazıyla yedi yüz otuz beş “kerre” avukat görüşü için çıkmışım hücreden. Özellikle “kere”yi şeddeli yazarsanız şiir gibi geliyor kulağa. Dostlarımın, yoldaşlarımın, avukatlarımın, “Selçuk’u tecrit hücresinden çıkarın” konulu bütün dilekçelerine, özene bezene listeler yaparak cevap veriyor bakanlık: “Kaç kere avukata çıktı bilmek ister misiniz?” diye. Yani “Böyle tecrit mi olur”diyorlar, cetvel yapmışlar: Kerrat cetveli.

Ama esas ilginç olan fark etmiş olduğunuz gibi, devlet de sayıyor! Çok mutsuz bence.

Beni iyice kişiselleştirmiş kafasında. Her dövdüğünde ayağa kalkıp bir daha diklenen tıfılın; mahalle kabadayısının karizmasını çizmesi gibi, yıpranmış benden. “Hücrede durmuyor ki böyle tecrit mi olur” diye puantajlı listeler dağıtıyor başvuranlara. Peki, neden hücrede oturayım istiyor bu kadar? “...Cezanın hedefi artık ıslah etmek, entegre etmek, yapılmış bir kötülüğü iptal etmek değil; tecrit etmek, kapasitesizleştirmek, daimi bir kontrol şebekesine tabi tutmaktır…”[2]

Yani geçmişteki bir “suçun” hesabını sormak için değil, gelecekte hareketsiz kalayım, eksileyim, mümkünse “azalayım” diye hücrede tutuluyorum. Ziyarete gelenlerin yarattığı yaşam kalitesinden, arttırdığı kapasiteden nefret ediyor adamlar: “Kapatamadık hücreye.” İki kere iki dört.

Sağolsunlar “Bir yıl oldu çıkaramadık hala seni…” diye üzülen meslektaşlarım oluyor. “İşte geldiniz çıkarttınız ya hücreden” diyorum. Gerçekten her gelenle bir kere on iki metrekarelik tecrit hücresinden hayata; habere, sohbete, çalışmaya, dedikoduya çıkmış oluyorum. İşte bu kapasite arttırmak. Yaşamayana anlatabilmek çok zor ama bir yaşayan, bir de “cetveli tutan”biliyor ne anlama geldiğini. Yüz kırk yedi kere beş? Aferin.

Bazen de “sen evi özlemişsindir…” diyorlar.

Ev.

Ne büyülü kelime! “Ev normal alandır. Başlamış olduğumuz ve soruları cevaplamak zorunda olmaksızın dönebileceğimiz herhangi bir yerdir ev.”[3] Formlar doldurmadan, sıra beklemeden, gerekçe göstermeden, şarta bağlanmadan, belge olmadan, süre sınırı bulunmaksızın anahtarı cebimizde olan yer. Kapıyı çalmadan, izlenmeden, endişelenmeden…

Bence artık evimiz yok. Hiçbirimizin. En azından “bugün” ve “burada” yok. Geçmişte bir evimiz olduysa bile biz doğmadan yıkılmış. Muhtemelen bizim taşınmamıza yetişmeyecek olan gelecekteki evimiz ise inşa edilmeyi bekliyor.

“Biri ölü, öteki doğacak gücü bulamayan iki dünya arasında dolanıp duruyorum”diyordu Matthew Arnold (1882-1888)[4]

“Başımı koyup dinlenebileceğim bir yerim yok.” Ev yok. Faşizm var. Geçmişin yıkıntısı ve gelecek umudu arasında ayakta durup; ayakta kalıp; birbirimizi ayakta tutup, mücadele etmek zorundayız. Henüz “doğacak gücü bulamamanın” (powerless to be born) göbek bağı kesilene kadar başımızı koyup dinlenemeyiz. Aslında o kadar çok insan biliyor, o kadar çok insan öğrendi ki Ev’in yokluğunu: Evleri bombalarla başlarına yıkılanlar; evlerinden, kentlerinden ülkelerinden kovulanlar; belediye kepçesiyle kirişleri, kolonları kırılanlar; evlerine kapıları çalınmadan kırılarak girilenler; evlerinde sevdikleri öldürülenler; evlerinden alınıp bir daha dönmeyenleri evlerinde bekleyenler; evlerinin pencereleri içeriden buz tutmuş, ocakları sönük, tencereleri boş, uyku tutmadığı için oturmuş evlerinin duvarlarına bakanlar açlıktan… Onlar anladı ne dediğimi.

Evden kastınız güvenlik ve konfor mu? Bu kadar acının ortasında hiçbirimiz güvende değiliz; çok korkan bastırıp parayı yüksek duvarlı, telleri elektrikli, özel güvenlikleri köpekli siteye taşınacak. Öyle de yapıyorlar. Konfora gelince, ulaşırsak ancak yanaklarımız kızarabilir biraz utanmamız kaldıysa.

Ahlak vaazına girmek istemem; sosyalistlerin “faşizm analizi” teorik mesele. Yüz yıl önce tespit ettik biz bu düşmanı, teşhis ettik, analiz ettik. Çok insanımız öldü ama yendik daha önce. Hortladı, mücadeleye çağırıyoruz yeniden. Ahlaki bir iş saymayın. Ama yukarıda anlattığım bu değil. Sosyalist olmak gerekmiyor onu hissetmek için. Belki biraz Kant yeter.

“… Edep, dünyanın bize ehlileştirmek için sunduğu herhangi bir özel yapıda kendimizi evimizde hissetmeyi reddetmeyi gerektirir. Kendi derimizin içinde bile. “[5]

St. Victor’lu Hugo’nun 12. yy’da “bir yerin yerlisi” olmaya eleştirisini, Adorno’nun faşizm karşısındaki göçmen çaresizliğini, Edward Said’in “evsizliğini” hatırlıyorum. Netice olarak ben kendimi “buradan eve döneceğim” diye avutmuyorum. Siz de “dünya kötü ama ben evdeyim” diye kandırmayın kendinizi.

Artık ev yok faşizm var. Sıranız gelmediyse gelecektir. Topyekûn bir saldırı bu ve aynı şekilde karşılık vermek, mücadele etmek zorundayız.

“Ne güzel, ittifak yapıyoruz. Hep biz kazanıyoruz yönetimi” diye sendikanızı konfederasyonunuzu, meslek odanızı, birliğinizi, belediyenizi, partinizi eviniz sanmayın.

“Odada yatar, salonda basın açıklaması yaparız. Mutfakta da ne varsa onunla idare edeceğiz. Zor günler geçene kadar” demeyin. Çıkın evden. Dövüşte kullanmayacaksınız, sizi suda bir ağırlık gibi dibe çeken o örgütlerden kurtulun. Yenisini kurarız sonra lazım olursa.

Dışarı çıkmıyorsunuz, kimseyi içeri almıyorsunuz. Doğru, faşizm geldi ama yine de “Dışarda gece bir cenup denizi gibi güzel…”[6]

Havada dövüşenlerin sesleri var. Hiç değilse pencereye gelin.

Bugün yıldönümüm.

Bir yıl boyunca okudum, yazdım, slogan attım. Kapıları dövdüm, şikayet dilekçeleri verdim, açlık grevi yaptım ve artık biliyorsunuz her şeyi saydım. İlginç ve zor günler de oldu. Hatta, onu başka bir zaman ayrıntılı anlatayım. Bir gün tahliye olup çay bile içtim Sarıyer’de, yeniden aynı hücreye getirilmeden önce.

Direndim, direniyorum.

Ayakta kalıp direnebilmesi için tutsağın iki sağlam reçetesi var.

Birisi bedene, öteki akla yazılmış, her yerde ve zamanda geçerliler. 1945 kışında, artık savaş bitmek üzereyken yani, Almanya’nın içindeki çatışmalarda tutsak edilen Amerikalı askerlerini kampa getirir Naziler. Bezgin, pis, kendini bırakmış bu savaş yorgunu tutsaklar, kampta savaşın en başında tutsak düşmüş bir çift İngilizle karşılaşırlar. İngiliz subay nasihat eder: “Günde iki defa dış fırçalamak, her helaya gidişinden sona ellerini ve yüzünü yıkamak, potinlerini günde bir defa cilalamak, her sabah asgari bir saat jimnastik yapıp ardından bağırsakları boşaltmak ve aynaya sık bakıp görünüşünü özellikle duruşunu değerlendirmek…”

“Yoksa?”

“Yoksa tutsaklık ölmenin gayet kolay ve acısız bir yoludur, ölürsünüz.”[7]

Bu beden için olan. Öbürünü zaten biliyorsunuz. O da 1949 Mayıs’ında yazılmış;

“Hapiste yatacak olana bazı öğütler.”

Siz “… kararmasın yeter ki sol memenin altındaki cevahir” diye bitecek ünlü ve güzel dizeleri içinizden hatırlarken ben de fazla dikkatinizi çekmemiş olan bir bölümü şuraya bırakayım:

“içerde bir tarafında yapayalnız kalabilirsin

Kuyunun dibindeki taş gibi

Fakat öbür tarafın

Öylesine koşmalı ki dünyanın kalabalığına

Sen ürpermelisin içeride

Dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdansa”[8]

Kulağım sizde.

Yaprağı kıpırdatsanız duyarım “kırk günlük” yoldan.

Yani diyorum ki, yatılmaz değil yatılır. Ama yine de haydi bir gayret çıkartın bizi.

“Nereye çıkartacağız ev yok diyoruz” demeyin.

Yok ama yapılacak.

Bir yanda faşizme karşı dövüşürken bir yandan da girişiriz inşaat işine olmaz mı?

Eziyetli biraz tamam. Kaçak tek göz bir şey yaparız. Hatta şimdilik “faşizme karşı su basmanı” çıkarız. Biz becerebildiğimizi yapalım türkü söyleyerek, bitiremezsek çocuklar gelir, bitirir arkamızdan; koyarlar sardunyayı pencereye.

“Yapı yeri toz toprak

Çamur kar.

Yapı yerinde ayağın burkulur

ellerin kanar.

Yapı yerinde ne çay her zaman şekerli

her zaman sıcak

ne ekmek her zaman pamuk gibi yumuşak

ne herkes kahraman

ne dostlar vefalı her zaman

türkü söyler gibi yapılmıyor yapı

Bu iş biraz daha zor” [9]

Bugün, yıldönümlerimin birincisi.

Umarım bir sonrasına kalmadan Ev’de görüşürüz.

Uğradınız, baktınız yokum evde; Yüksel’deyimdir, Nuriyelerde.

Belki dalıp yürümüşümdür eski evlerimize doğru, Abdi İpekçi parkına “Elin altına” kadar, oraya bir bakıverin.

İstanbul’dayımdır belki, “Kaldırıma çıkmama adli kontrollü” kaçak inşaatların ne durumda diye Selvi Hoca’lara bakmaya gelmişimdir. Perşembe ise Çağlayan’da Adliyenin önündeyimdir kesin, oraya gelin, kaçak inşaat sayılmaz artık orası imar affına girdi.

Bulamadınız mı yine? Bir gayret, vardır oralarda insanlar. Ölülerinin kayıplarının peşinde Galatasaray Meydanındadırlar, atıldıkları iş yerlerinin, sevdiklerinin kapatıldığı hapishanelerin önündedirler. İhtimal oralardayımdır. Yok muyum? Koklayın lastik yanıyordur bir yerde, dinleyin Yorum’dan söyleyen vardır. Kürtçe ıslık çalınıyordur, halay çekiliyordur, zılgıtı duyarsınız en azından yanaşın; dövüşen, dans eden hep “bizdendir”.

Eh o da olmadıysa, Çarşı’ya gelin akşam çay içeriz. Kaytarmayın ama gelin. Biz kazanacağız. (SK/AS)




Son güncelleme: 14:15 13.11.2018
SIRADAKİ HABER
Sayfa Başı