• Turkhane Logo

Mustafa Ünal cezaevini anlattı: Hapis içinde hapis… Maksat zulüm olsun

KHK ile kapatılan Zaman Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal’ın, “Doğmamış torununa mektuplar…” başlığıyla yazdığı ikinci mektubunu oğlu Enes Ünal’ın Twitter hesabında paylaştı.

15:13 05 Şubat 2020 Çarşamba
Mustafa Ünal cezaevini anlattı: Hapis içinde hapis… Maksat zulüm olsun
KHK ile kapatılan Zaman Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Mustafa Ünal’ın, “Doğmamış torununa mektuplar…” başlığıyla yazdığı ikinci mektubunu oğlu Enes Ünal’ın Twitter hesabında paylaştı.

42 aydır İstanbul Silivri Kapalı Cezaevinde tutsak olan gazeteci Mustafa Ünal mektubunda, cezaevi şartlarını ve koğuşunu anlattı.


MUSTAFA ÜNALIN MEKTUBUNUN TAMAMI:
[Doğmamış torununa mektuplar…]
Sevgili Can torunum,
“Tarihin mazi derelerinden” dudaklarımı uzatarak gözlerinden, yanaklarından öperim. Sana bu satırları ocak ayının son günü, gecenin yarısına doğru, Silivri Hapishanesinden yazıyorum. 
Kapılar üzerimize kapanalı saatler oldu. Gün batarken memurlar büyük gürültüyle demir kapıları kilitleyip arkadan sürgülüyorlar. Küçücük avlu, duvarların ardında kalıyor.
Bu minik avlu dışarıya açılan tek mekânımız. Derin bir kuyuyu andırıyor. Yüksek duvarlarla örülü dört tarafı. Gözlerimin gördüğü en uzun mesafe 15-20 metre var-yok… Ufku yitireli yıllar oldu. 
Ne güneşin doğusuna ne de batışına tanık olabiliyorum. Yaz aylarında güneş ışınları birkaç saatliğine ancak düşüyor avluya. 
Akşamın olduğunu, günün ortasına ve ikindiye evrildiğini güneşe bakarak değil saatle anlayabiliyorum. Zaman kavramı güneşte anlam kazanır. 
Burada güneş yok, saat var. “Hapishaneye güneş doğmuyor.” diyen şair haklı. Her kan tahlilinde rakamlara yansıyan D vitamini eksikliğinin sebebi bu.
İlk geldiğimizde avlunun üzeri açıktı. Bir avuç da olsa gökyüzünü görmek mümkündü. Bu tabir Çetin Altan’a ait. Büyük yazar. Ben oğulları ile birlikte kaldım. 
Mehmet Altan karşı hücredeydi. Sık sık selamlaşırdık. Gür sesi ile “Hayat senden korkmuyorum!..” diye bağırır, moral verirdi. Tahliye oldu.
Abisi Ahmet Altan içerde kaldı. Onunla aynı koridordayız. Birkaç koğuş ötede. Cuma sabahları birlikte spora çıkıyoruz. Romanına yoğunlaştığı için sporu aksatıyor. 
Kış aylarında hava şartları her zaman uygun olmuyor. Küçük bir halı sahaya gidiyoruz, üstü açık. Yağıştan koruyacak bir saçak altı yok. Spor ve Ahmet Altan’ı daha sonra ayrıca anlatırım sana. 
Onun şu cümlesini unutma: “Dışarıda haksızlığın suç ortağı olmaktansa içeride, hapiste haksızlığın kurbanı olmayı yeğlerim.” İşte Ahmet Altan bu. Bu cümlesi, bu asil duruşu dünya durdukça hatırlanacak.
Bir sabah kalktık ki çatıda adamlar dolaşıyor. Bir baktık ki avlunun üzerindeki bir avuçluk açıklık demir tellerle kapatılıyor. Tam bir kafes. Bir avuç gökyüzünü de çok gördüler. Kendimi kafese tıkılmış ve zincire vurulmuş bir aslan gibi hissettim. 
Madem zincire vurdunuz kafese ne gerek var. Kafese koydunuz ayrıca niye zincirliyorsunuz? Çifte hapis… Hapis içinde hapis… 
Maksat zulüm olsun.
Şair Ülkü Tamer, “içime çektiğim hava değil gökyüzüdür.” der. Sevgili torunum, bizim hapishanede içimize çekebileceğimiz, temiz, berrak, mavi gökyüzümüz bile yok. Bir avuç gök penceresi tellerle kaplı…
Hayatı cezaevlerinde geçmiş Sebahattin Ali, meşhur bir şarkıya dönüşen bir şiirinde: “Görmek istersen denizi / Yukarıya çevir yüzü / Deniz gibidir gökyüzü.” der. 
Benim gökyüzüm deniz gibi değil, tellerde perdelenmiş durumda. Ülkem, zavallı gözleri nemli memleketim ileriye doğru gideceğine geriye doğru yürüyor. Fakat geçici bir hâl bu.
Yoksa tarih özgürlüklere ve demokrasiye doğru akıyor. Bu akışın önüne set çekilemez. Arızî inkıtalar olabilir ancak, bugün olduğu gibi. Endişeye, ümitsizliğe mahal yok: Tarih durdurulamaz. Nokta.
Konuyu dağıttım yine… 
O küçücük avlu var ya bir kuyu gibi, bir şişe gibi görünen… Altı beton, duvarları beton, üstü kafesli bir yer, bizim nefes alanımız. Kapı gündüz açılıyor üç kişi avluda yürüyebiliyoruz, spor yapabiliyoruz. Bütün dünyamız bu küçük mekân.
İlk mektupta sana “Bir şişenin içinde vızıldayıp duran üç kişiyiz.” diye yazmamı sebebi bu. Sana fiziki durumu anlatıyorum. Bir de meselenin metafiziği var. Ehline malumdur, na-ehline meçhul…
Tamam toparlıyorum… 
Bu avluda haftada 4-5 kez oynadığımız top oyununu sonra anlatacağım sana. Zemin öylesine sert, oyun öylesine hareketli ki en sağlam ayakkabılar dört ay dayanıyor. Altı eriyor, ayak parmakları dışarı çıkacak kadar büyük delikler açılıyor. Kaç pabuç bıraktım avluda… Bir bilsen…
Can torunum,
Günler, yıllar çabuk geçer. Sorun değil. Burada önemli olan ruh, beden ve akıl sağlığını korumak. İlk günden beri yaptığım bu. Bütün okumalarım, günü programlamam, sağlığımı zinde tutmam için. 
Hapiste en çok bozulan ruh ve akıl sağlığı. Çünkü her şey fıtratın tersine… İnsan doğasına aykırı ne varsa muhatap oluyoruz. Yeri geliyor gencecik insanlar tarafından aşağılanıyoruz. 
İnsan olmaktan kaynaklanan özelliklerimize hareketlerimize gem vuruluyor. Ayrıntılı örneklerini yeri geldikçe anlatırım.
Evet, fiziken bir şişenin içinde uçuşan üç arı gibiyiz. Ama her zaman değil. 
Bazen… 
Çok kere de bu daracık hücremiz Kehf Ashabı’nın ruha ve akla inşirah veren mağarasına dönüşüyor üzerimize sekene yağmurları dökülüyor ve hücre bir saraya dönüşüyor. 
İşte o zaman kendimi Ashâb-ı Kehf’in bir ferdi gibi hissediyorum. 7 kişinin sekizincisi oluyorum ve kanatlanıp uçuyorum… 
Devir devir, diyar diyar dolanıyorum…
MUSTAFA ÜNALSilivri, 31 OCAK 2020

Son güncelleme: 15:13 05.02.2020
SIRADAKİ HABER
Sayfa Başı