Muharrem Kalyoncu Ağabey’le 1966’dan beri tanışıyorduk. Amerika’da, Avrupa’da da bir araya gelmelerimiz olmuştu. 16 Ekim 1996 tarihinde Muharrem Kalyoncu Ağabey’le Almanya’ya gittik. Sonra da beraber Fransa’ya geçtik. Yol boyunca anlattıklarından bazı bölümleri aktarmak istiyorum. Dedi ki: “Dedem çok dindardı hem de çok otoriterdi. Bize sahabeyi anlatırdı. Bilhassa bayramlarda bütün aile toplanırdık, dedem İstanbul’un fethini ve Sultan Fatih’in yaptıklarını, gözyaşları ile anlatırdı; hepimiz de ağlardık. Kimse kendisine itiraz etmezdi. Eğer canını sıkan, kendisini kızdıran olursa, ona değneğini fırlatırdı… Değneği yiyen, edeblice, değneği getirip eline teslim ederdi. Babam (Hilmi Kalyoncu) çok dindardı. O da Osmanlı hayranıydı.
“Babam, kardeşim Rüşdü’yü okusun büyük adam olsun, İslamiyeti temsil etsin ve ülkemize hizmet etsin diye Amerika’ya göndermişti. Fakat on sene sonra gelince, babam onda aradığını hemen bulamayınca üzüldü. Daha sonra Rüştü bize ‘Artık ben İslamî sâfiyetimi buluyorum’ diye haber gönderdi. Gerçekten Amerika’da Müslümanlarla görüşüp iyi bir gelişme sağlamış. Ama artık peder de vefat etmişti…
“Ben Medrese-i Yusufiye’ye girince, Amerika’dan ziyaretime geldi. Kızım ona çok güzel rehberlik yaptı. Sonra Rüşdü, Elhamdülillah Hocaların Hocasını yakından tanıdı. Tanıdıktan sonra da bütün dünyası değişti.
“Biraz önceye dönecek olursam, bizim aile yapımız, başta anlattığım gibi idi. Ama maalesef İzmir’in durumu da malum olduğu üzere bizi kendisine uydurdu. Askeriyede de kabadayıvârî bir şekilde, arkadaşlarla bir dönem geçirdik. İnancımız vardı, hatta kavî idi ama yaşayış yoktu. Tabiî evliliğimiz de ona göre oldu.
“İzmir’e Yaşar Tunagür Hoca vaiz olarak gelince onu dinlemeye başladık ve ondan çok istifade ettik. Onun bilhassa idarecilere, bilhassa da Cumhurbaşkanına kürsüden gönderdiği mesajlar çok hoşumuza gidiyordu. Zaten babam da pazardaki domatesin çürük olmasını bile baştakilerden ve daha öncekilerden bilirdi. Camide bile pek çok insanla münakaşa yapmıştır. 27 Mayıs 1960 ihtilalcilerine de çok kızardı. 27 Mayıs’tan sonra bazı paşaları Ankara, İstanbul ve İzmir gibi şehirlere vâli tayin etmişlerdi. İzmir’e tayin ettikleri vali ölünce, törenle ve cenaze marşıyla götürüyorlardı. Babam da müziğin ritmine uyarak “İla Cehenneme zümerâ’ diye bağıra bağıra dolaşıyordu. Polisler de yalvar yakar kendisini uzaklaştırmak için büyük gayret sarf ediyorlardı.
“İstanbul’da askerliğini yaparken, babam bir gün ziyaretime gelmişti. “’Eyüp Sultan’a ziyarete gidelim’ dedi. Bir belediye otobüsüne bindik. Yaz günü hava çok sıcak… Yanımızda örtülü bir kadın var. açık-saçık bir kadın ona lâf attı ve ‘Bu sıcakta nedir böyle öcü gibi?!. İnsanı bunaltıyorsunuz!.’ dedi. Babam derhal ‘Sen bir Müslümana giyiminden dolayı nasıl böyle söz söyleyebilirsin?. Bre kâfir! Bre domuz!’ diye başladı… Kadın hemen ilk durakta otobüsten atlayıp kaçtı.
“Biraz sonra otobüse bir turist bindi. Sanki mağrip memleketlerindendi. Babam Bornova’da bir Fransızın yanında uzun müddet çalışmıştı. Onun için kulak dolgunluğu ile onunla Fransızca konuşmaya başladı. Ama biraz sonra ‘Bu domuz da meğer dinsizmiş!.’ diye Türkçe konuşmaya başladı. Bir durak sonra o da otobüsten indi. Ben, babam bir olay çıkarmasın diye ona yalvarıyordum. Neyse Eyüp Sultan’a geldik… Geldik gelmesine ama babam manzaraya şöyle bir baktı. Bir sahabenin mekânında, onun büyüklüğüne hiç yakışmayan bir görüntü ile karşılaşınca sanki bütün hayalleri yıkılmış bir insanın gerginliğine bürünerek, o kalabalığın üzerine yürüdü!..