Bir önceki yazımızda Hz. Ali ve Abdülkadir Geylani Hazretlerinin ikazından bahsetmiştik. Üstad Bediüzzaman bu bahsin sonunda şöyle bir değerlendirmede bulunuyor:
“Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahir (destekçi), başınızda üstad bulmak isterseniz ‘Başkalarını kendilerine tercih ederler.’ (Haşir Suresi, 9.) âyetin sırrıyla tam ihlası kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hatta maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hatta, en lâtif ve güzel bir iman hakikatini muhtaç bir mümine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık (bencillik) gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırmak hoşunuza gitsin. Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ diye bir arzunuz varsa, gerçi onda bir günah ve zarar yoktur; fakat aranızdaki ihlas sırrına zarar gelebilir.”
Kendisi muhtaç iken başkalarını düşünüp, onları nefsine tercih etmeye ÎSÂR denir. En başta sahabe efendilerimizde, daha sonra gelen büyüklerimizde îsar hasletinin pek çok misalleri vardır.)
Üstad Hazretleri Dördüncü Düstur olarak şunları söylüyor:
“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane (şükrederek) iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun arasında ‘fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fir-Resul ıstılahâtı (terimler) var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte, ‘fenâ fi’l-ihvân’ suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna ‘tefânî’ denilir. Yani birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi nefsânî hisleri unutup, kardeşlerinin meziyetler ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlad, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir Üstadlık ortaya girer.
Mesleğimiz ‘Haliliye’ olduğu için, meşrebimiz ‘Hıllet’tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedâkâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin ana ve temel esası, samimi ihlastır. Samimi ihlası kıran adam bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından düşer. Gayet derin bir çukura sukut etmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.”
(Tefânî yani birbirinde fâni olmak. Yani bir buz parçası gibi iken, Kevser-i Kur’ani’den süzülen bir havuzun içine düşüp eriyerek tamamen o havuzun özelliklerine sahip olmak. Damla iken derya olmak; dışarıda kuma düşünce eriyip buharlaşarak yok olacak bir nesne iken, Kevser-i Kur’anî’de yüce ve büyük bir hakikate ulaşmak…. Yani her bir Hizmet ferdinin kendi nefsânî hissiyatını unutup, kardeşlerinin meziyetleriyle ve hisleriyle fikren yaşamasıdır. Böyle güzelliğin esası olan uyum ve âhenk meydana gelir. Bu da ittifak ve tesânüd demektir. İşin esası bu iken yani samimi ihlas iken yani bir kulenin en zirvesine çıkmış iken, samimî ihlası kıranların o şâhika noktadan aşağı düşme ihtimali var. Düşünce de esfel-i sâfiline gider. Bu işin ortası yoktur. Yâ âla-yı illiyyindesin veya esfel-i sâfilinde orta tutunacak bir yer yoktur.)
Onun için Üstad Hazretleri diyor ki: “Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i Kübrâ-ı Kur’aniye (Kur’an’ın ana-büyük caddesi) olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimâli var.”
(Yani hadis-i şerifte geçen “İnsanlar helâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu; ilmiyle amel edenler müstesna… İlmiyle amel edenler de helâk oldu; ancak ihlaslı olanlar müstesnâ. İhlaslı olanlar da büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır, ihlası korumazlar ise, her an onu kaybetme tehlikesiyle burun burunadırlar.” (Keşfü’l-Hafî) Şu süreç içinde bu gerçeğin pek çok numuneleri görüldü.)
Hz. Üstad’ın son temennisi ise:
“İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’an-ı Mucizü’l-Beyanın mukaddes dairesi içine girenler, dâima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara düşmeyeceklerdir.”
Bizler de aynı şeyleri temenni ediyor ve Kıyamete ayarlı bu Hizmetin içinde iken, ruhumuzu hüsn-ü hâtime ile teslim etmek istiyoruz.