KEMAL GÜLEN - MUKADDES YÜK VE GÜÇLÜ OMUZLAR
İkindi ezanı henüz okunmamıştı. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kaldığı eve doğru yola çıktım. Birkaç gün önce üç değerli meslektaşımın ziyaretinde çekilen fotoğraflarda kendisi -elhamdulillah- iyi görünüyordu. Dostlardan edindiğim bilgi, meslektaşların şahitlikleri Hocaefendi’nin sağlığı ile ilgili endişeleri giderecek boyuttaydı. Madem istirahat ediyor, madem gazetecilerle ve aile yakınlarıyla görüşüyordu, gidip geçmiş olsun demek, duâ ve selamları iletip mukabeleleri yerlerine ulaştırmak için şansımı denedim. Zilhicce ayı arefesinde idik, mübarek günlerdi bugünler, her günün kendi makamına uygun değerlendirildiği bu âsude mekânın kapısını çaldım. Tanıdık insanlar kapıyı araladı, herkesin yüzünde bir tebessüm vardı. Nasıl diye sordum, iki gün önceye göre çok daha iyi dediler. Daha önce bir kez gittiğim için evi biraz tanıyordum. Hocaefendi ile göz göze geldik, hoş geldiniz dedi. Uzun konuşmadı. Zaten istirahat zamanıydı. Mukabele edip, getirdiğim selamları toptan ilettim, “efendim herkes size duâ ediyor, sizden duâ bekliyor dedim”. “Teşekkür ederim, Allah yardımcınız olsun” diye mukabelede bulundu ve vakti geldiği için biraz dinlenmeye çekildi. 86 yıllık ömrüne ne büyük değişim ve dönüşüm sığdırmıştı. Etrafındaki nurdan hâle ve helezonların oluşmasına zemin hazırlarken bir mum gibi yanmış tutuşmuştu. Bu yüzden belki biraz yorgundu, yüzündeki derin çizgiler, çileli yıllar ve zorlu mücâdelelerin ona bıraktığı nâdide armağanlardandı. Her çizgi, her kıvrım bir ışık evin, bir okulun, bir üniversitenin, bir sohbet-i cânânın, bir hicret ve göçün hatırasını taşıyordu. Mücâdelesinin simgesi-belgesi gibiydi çehresi. Okuyabilen için, bir kitap gibi gülcemâl lütfetmişti ona Allah. İstirahatten sonra evde dâimî kalan arkadaşlardan biri “efendim biraz yürümek ister misiniz” diye sordu. Dışarıda hava müsâitti, gün batımıyla birlikte ılgıt ılgıt esen imbat, bilenlere İzmir’i hatırlatıyordu. Elinden tutup kalkmasına yardımcı olduk. Birlikte önce balkona çıktık. Sonra ağır adımlarla yürümeye başladık. Sırtında son dönemdeki fotoğraflarda görmeye alışık olduğumuz kahverengi pelerini vardı. Yürürken “biraz ihmal ettik, eskisi gibi yürümüyoruz ama bundan sonra buna daha çok dikkat edelim” dedi. İleride gözüne kestirdiği küçük bir bank vardı. Eliyle işaret ederek “oraya kadar birlikte yürüyelim.” dedi. Arkasında doktorları, sürekli hizmetinde bulunan üç vefâlı arkadaş ile yürüdük oturağa kadar. Hocaefendi ara sıra durup, doktorlara ve arkadaşlarına hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyor âdetâ mahcubiyetini ifâde ediyordu. Tevâzu ve mahviyet Hocaefendi’nin mütemmim cüzü-fıtratı idi çünkü. Milyonların dünya-âhiret hayatının kurtuluşuna vesile olmuş, eğitim alanında adeta bir devrim yapmış, Türkiye ve dünya için model insanlar yetiştirmiş, Anadolu’nun içe kapalı insanlarını dünyaya açmış, akıl, kalp ve ruh planında büyük inkılaplara yol vermiş bu Alperen, çocuğu yaşındaki insanlardan helallik diliyor, onlara zahmet verdiğini düşünüyordu.
Burası, iki oda/bir salon ve küçük bir bahçesiyle Hocaefendi’nin sağlığına kavuşması için çok iyi bir ortam.
Allah razı olsun, 50 yılı aşkın zamandır hep yanında olan ve son dönemde neredeyse evine uğrayamadığına şahit olduğum Cevdet Türkyolu bey bu mekanın da tüm ihtiyaçlarıyla en ince detayına kadar bizzat ilgileniyor.
Kamelyada oturup gün batımına bakınca “ne zamandır böyle bir tenezzüh fırsatı olmamıştı, hamdolsun” deyince, doktorlar da aynı konuya değindiler “Efendim bugünkü gibi her gün yürümek çok iyi gelecek inşallah, kaslarınız güçlenir, vücudunuz güç toplar ve diğer organlarınız daha verimli çalışır” teklifine “Evet çok iyi olur, lütfen yine yürüyelim” diye cevap verdiler. Yeni bir heyecan, yeni bir coşku ve yaşam sevinci doldurmuştu sanki herkesin içini. Bir vesile ile yakınındaki talebe arkadaşlardan birinin başından öpüp, teşekkür ve takdir keyfiyetinde “iki cihanda aziz olasınız, size zahmet veriyorum, hakkınızı helal edin” demesi ortamın duygu yükünü artırdı. Gözyaşları kamelyayı ıslatırken, Hocaefendi’nin de gözlerinin dolduğunu, dudaklarının titrediğini gördüm. Karşılıklı teşekkür ve minnet enstantanesi gibiydi. Akşam ezanı öncesi mutâd olduğu üzere yemek yenildi; çorba, pilav, yoğurt ve helvadan ibaret yemeğinden birer tadımlık aldığını, ancak tepsi geri geldiğinde farkettim. “Yine çok az yemiş” dedi doktoru. Ama o kadarcık yediğine de mutlu oldu, çünkü bazen irâdi olarak yemek yememeyi tercih ediyormuş. Çay içerken Cem Karaca’nın “Allah Yâr” şarkı-ilâhisi ortama renk kattı. Gözleri doldu, yutkundu, dudakları titredi ve içinden yükselen gerçek “YAR” özlemi adeta yüzüne vurdu. Bu arada anlatılan bir rüyayı ‘müminde vazife şuuru ve misyon, vuslat arzusuna karşı sabrı gerektiriyor” diye yorumladı. Doktorlardan biri “efendim dolu dolu bir hayat yaşamışsınız, her yerde her kesimden çok seveniniz ve duâ edeniniz var” diyerek sohbet ortamı oluşturmaya çalıştı. Hocaefendi “bütün bunlar Allah’ın lütfu ve arkadaşların gayretinin semeresi, Allah istemese hiçbir şey olmaz, o isterse bütün olmazlar olur hale gelir” meâlindeki sözleriyle yine muhatabını asıl hedefe yönlendirdi. Sağlıkta-hastalıkta, rahatta veya sıkıntıda her an sırât-ı müstakimi muhâfaza etmek onun misyonun önemli bir parçasıydı. Müsbet düşünce ve müsbet hareket, hayatının her ânına hakimdi, ve sanki hiç boşluk bırakmıyordu. Kahve içerken biz de yine çikolata ikramımızı aldık, sessiz geçen bu aralıkta daha çok doktorlarıyla tedâvi sürecini konuştu. Burada yükte hafif, kullanımı kolay ama neticesi güzel bütün teknik cihazlar mevcut, takipler, ölçümler yapılıyor, raporlanıyor ve tabipler her gün kendi aralarında bu neticelere göre tedâvi sürecini gözden geçiriyor.
Bugün herkes çok mutluydu çünkü yeni yere geçmesinin gerekçesi hasıl olmuştu ve Hocaefendi’nin bünyesi beklenenden daha hızlı ve güzel tepki veriyor, normalleşiyordu. Hatta bir ara “çağlayan dergisi mizanpajı” için gelmek isteyen editör kadrodan bahsedilince, yüzünde güller açtı. Onun bu tebessümü bana birkaç yıl önce hastaneden ayrılırken Amerikalı doktorun sorusuna verdiği cevabı hatırlattı. Doktor “efendim buradan çıkınca sizi ne bekliyor, neden birkaç gün daha kalmıyorsunuz” deyince “benim iki önemli mesâim var; biri talebe okutma, diğeri bazı mecmualar, onların hazırlıkları, yazıları var; talebelerim, okuyucular ve ilgili-meraklı herkes bunları bekliyor.” Bir ara “Kemal Bey bir süredir seni seyredemiyoruz (MC Haber) inşallah vakit ayırıp bakalım” demesi bile, fakiri ne kadar onurlandırdı anlatamam. Tabii ki bu iltifatın arkasında birkaç gün önce kendilerini ziyaret eden aziz meslektaşlarımın olduğunu unutmadım. Bu süreçte Hocaefendi ile ilgili iftiralara açıklık getiren ve bütün söylentilerin yalan olduğunu ortaya koyan gazeteciler Adem Y. Arslan, Metin Yıkar ve Abdülhamit Bilici beyleri hayırla yâd ettim. Gece uzak tepelerin üzerini bir yorgan gibi örterken, iç salonun solgun ışıklarında ellerinde Kur’an dillerinde duâ sessiz sessiz iç döken birkaç arkadaşa vedâ edip, huzurla bu âsude mekândan ayrıldım.
Ne kadar mübârek ve dingin idi akşam o akşam...