Duaların kabul olduğu ulu gün ve gecelerden geçiyoruz.
Zamanı nurlandıran gün ve gecelerden…
Her yıl bu mevsim geldiğinde çocukluğumda, fukara köyümüzde yaşadığım Üç Aylar’ı ve kandil gecelerini hatırlarım.
Köydeki bir-iki kişide sadece lüks lambası vardı. Elektriğin olmadığı o karanlık kış gecelerinde lüks lambalarını yakar, camiye onlarla giderlerdi.
Köyün karanlık sokakları apaydın olurdu.
Ama bir Mustafa Amca vardı.
Gözleri görmüyordu.
Hayat onun için hep bir karanlık tünelden ibaretti.
Lakin içinde güneş taşıyor gibiydi.
Kar, kış demeden beş vakit namazını camide kılardı. Köyün derin bir uykuda olduğu seherlerde bastonunun taşlar üzerinde çıkardığı tıkırtılardan anlardık onun sabah namazına gittiğini.
Bazan bizim evin penceresine kadar gelir, bana da seslenirdi.
“Haruuun, kalk oğlum, sabah oldu.” derdi.
Saat bilmezdi.
Horozların ötüşünden vakti bilirdi.
Elinin emeği ile geçinirdi.
Elindeki bastonla köyün sokaklarını bir bir dolaşır ve yumurta toplardı.
Onları şehre göndererek geçimini sağlardı.
Onurlu bir insandı. Kimseye muhtaç olmadan yaşardı.
Kışları köy çok soğuk olurdu.
Ben yataktan çıkmaya korkardım. Daha yorganı açar açmaz, ayaz abanırdı üzerime. Mustafa Amca o soğukta abdestini caminin Şadırvanında buz gibi akan suyla alırdı.
Suyu yüzüne, kollarına vururken öyle bir Kelime-i Şehadet söylerdi ki o sesin aydınlığı sokaklara taşardı.
Namazdan sonra öyle içten, öyle yürekten dualar ederdi ki onun duaları hâlâ hatırımdadır.
Banko duaları vardı.
“Allah’ım! Şu mübarek Üç Aylar hürmetine beni Cemile’den sonraya bırakma. Cennet ve cemalini göster,” derdi.
Cemile, hanımıydı.
Ondan sonraya kalırsa perişan olacağını düşünürdü.
Gözleri görmüyordu ama zirvelere oynuyordu.
Her namazdan sonra, her duada: “Allah’ım, bana cennet ve cemalini göster.” diyordu.
Görmeyen gözleriyle zirvelere koşuyordu.
Zirve Firdevs’ti, Zirve Allah’ın cemalini görmekti.
Kara Mustafa Amca o işte zirveye yürüyordu.
Abdestler, namazlar, oruçlar, yapılan iyilikler hep o zirveye ulaşmak için kurulan merdivenin basamaklarıydı.
Kara Mustafa Amca o basamakları bir bir çıkan insandı.
Hem de görmeyen gözleriyle.
Bir köy insanında bu nasıl bir imandı? Bu aşkı, bu şevki nereden, nasıl almıştı?
Görmeyen gözleri benim görmediğim neleri görüyordu.
Bazı insanların gözleri dünyaya kapanınca başka alemlere mi açılıyordu?
Bir gün öğle namazını birlikte kılmıştık. Namazdan sonra herkes birer ikişer evlerine dağıldı.
Birkaç arkadaşla köy meydanında konuşuyorduk.
Meydandaki çam ağaçları içli bir insan gibi nefeslerini alıp veriyordu. Hafif esintilerle uç dallarından sessiz ve hazin bir uğultu duyuluyordu.
Kara Mustafa Amca elindeki bastonla yolunu bulmaya çalışarak yanımızdan geçti gitti.
Evi köyün kuzey tarafındaydı. Bir anda Mustafa Amcanın evi tarafından bir feryat koptu.
O feryat, bir ağıt gibi köyün bütün sokaklarına, bütün evlerine dağıldı.
Ören yerlerinde çalışan köylüler de duydu o feryadı. Her kes ellerindeki çapayı, küreği bıraktı.
Sese doğru döndüğümüzde,
Kara Mustafa Amca’nın evinin önünde düştüğünü gördük.
Koştuk…
Biz varıncaya kadar ruhunu teslim etmişti. Evinin önündeki toprak avluda boylu boyunca yatıyordu.
Hanımı Cemile yenge başucunda sessiz sessiz ağlıyordu.
Az önce son duasını da yaparak gitmişti.
“Allah’ım! Üç Aylar hürmetine bana cennet ve cemalini göster, beni Cemile’den sonraya bırakma.”
Son namazını da kılarak geride bir namaz borcu da bırakmadan gitmişti.
Tanpınar’ın dediği gibi, ölümü bu kadar yakından tecrübe etmek insan için başka türlü bir terbiye oluyor.
O an hayatın bütünüyle ölüme bir yürüyüş olduğunu hissetti kalbim.
O günden sonra köyde yumurta 17,5 kuruş diye bağıran olmadı.
Taşlara dokundukça bastonun çıkardığı o lahuti sesler kesildi.
Şadırvanın buz gibi sularında abdest alırken sadalşan Kelime-i Şahadetler sustu.
Köyün maneviyat merkezi olan mabette her namaz sonrası “Allah’ım bana cennet ve cemalini göster, beni Cemile’den sonraya bırakma.” diyen o dualar bir daha duyulmadı.
Benim pencereme gelip de “Harun, kalk oğlum sabah, oldu.” diyen de olmadı.
Şimdi çocukluğumda yaşadığım bu sahneyi yazarken hayatımı düşünüyorum ve hayatımızın bir ölüm hikayesinden başka bir şey olmadığını anlıyorum.
Ölüme o kadar yakın yaşıyoruz ki sanki biz uyurken, koşarken, yürürken, çalışırken o bizi gözetleyip duruyor. Hep bir fırsat kolluyor.
Ben o köy camisinde Kara Mustafa Amca’nın ettiği dualardan anladım hep zirvelere koşmamız gerektiğini.
Onun kar kış demeden lastik ayakkabılarla çamurlara, çukurlara, su birikintilerine bata çıka namaza gidişlerinden anladım.
Şadırvanın buz gibi sularından abdest alışından anladım.
Kuru ekmekle yaptığı sahurlarla, iftarlarla tuttuğu oruçlardan anladım.
Namazın, orucun, zekâtın, infakın, tefekkürün, teheccüdün zirvelere giden yolculuğun istasyonları olduğunu anladım.
Kara Mustafa Amca’dan iki ay sonra, sanki ondan sonra yaşamanın ne manası var der gibi Cemile yenge de vefat etti.
Kara Mustafa Amca’nın dualarından birinin kabul olduğu