Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Dumankaya Holding yöneticilerine “üyelik” suçlamasıyla verilen hapis cezalarının bozulmasına ilişkin önceki kararını değiştirerek, bu kez cezaları onadı. Aynı daire, şirketin iki iştirakine de el konulmasına hükmetti.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Dumankaya Holding yöneticileriyle ilgili daha önce verdiği bozma kararının ardından, yandaş Sabah gazetesi daireyi hedef alan haberler yapmıştı.
Uğur Dumankaya’dan çarpıcı paylaşım
Kararın ardından Dumankaya Holding Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Dumankaya, sosyal medya hesabından dikkat çeken bir yazı paylaştı.
Dumankaya, “Adımı Vermeyin” başlıklı paylaşımında, şirketlerinde çalışan bir kişinin, muhbir olarak, devlet birimlerine gönderdiği imzasız dilekçe ile haklarında gözaltı ve yargı sürecinin başlatıldığını anlattı.
Dumankaya, yazısında bu kişinin aile içinde “bir dost” olarak görüldüğünü, ancak daha sonra şirkete yönelik operasyonun perde arkasındaki muhbir olduğunun ortaya çıktığını belirtti.
“Adımı vermeyin, hâlâ şirketteyim” notuyla yazılan dilekçenin, yıllar sonra açılan bir klasörde karşılarına çıktığını ifade eden Dumankaya, yaşanan süreci şu sözlerle özetledi:
“Bir dost vardı içeride. Bir masa paylaştığımız, bir tebessümle kahve içtiğimiz… Babam için ‘benim babam’ diyen biri. Meğer biz ona ev açarken, o devletin karanlık raflarına bir dilekçe bırakmış.”
Dumankaya, paylaşımında ihanetin ardından yaşadıkları süreci “sessiz bir çığlık” olarak nitelendirdi ve “Biz, ihanetle kaybetmedik; onu kaybederek kendimizi koruduk.” ifadelerini kullandı.
İşte Uğur Dumarkaya’nın o yazısı:
Adımı Vermeyin
Sabaha karşı çaldı kapı.
Saat 04:40.
Zaman, nefesini tuttu.
Dünya, boğazıma düğümlendi.
Ve hayat…
Bir çırpıda kendini sessize aldı.
Bu bir ses değil, bir sarsıntıydı.
Bir yokluk anı.
Gözaltı.
Ailece.
Aynı anda.
O anın ortasında
aklıma ilk düşen şey,
bir yankı gibi çınladı içimde:
“Nasıl yani?” “Kim yaptı bunu?”
“Neden biz?”
Bir dost vardı içeride.
Bir masa paylaştığımız,
bir tebessümle kahve içtiğimiz…
Babam için “benim babam” diyen biri.
Meğer,
biz ona ev açarken,
o devletin karanlık raflarına
bir dilekçe bırakmış.
Adı yazmıyor.
Ama el yazısı tanıdık.
Sözcükler değil,
darbe gibi dizilmiş satırlar:
Soğuk.
İddialı.
Kurgulu.
Ve en alt satırda
bıçaktan daha keskin bir rica:
“ Adımı vermeyin. Hâlâ şirketteyim.”
O an içimde bir şey kırıldı.
Ama sesi çıkmadı.
Bazen en büyük çığlıklar
en sessiz anlara saklanır.
İhanet …
Sırtından saplanmaz artık.
Göz göze,
el ele,
kahkahaların arasından yürür.
Ve sen fark edene kadar,
kanın içinden sızmıştır bile.
Zaman aktı.
Ama içimizde durmuştu.
Biz sessizliği öğrendik.
Geceleri konuşmamayı,
göz göze gelmeden yaşamayı.
Kayyım geldi.
O gitti.
Ama maskesini yanına almadı.
Ziyaretlere geldi,
destek sözü verdi,
borç istedi…
Ve aldı.
Ama ben…
Her geldiğinde içimde bir düğüm daha atıldı.
Sanki göğsümde bir yabancı yaşıyordu da
ben ona ev sahipliği yapıyordum.
Yıllar sonra,
bir klasör açıldı.
Tozlu.
Kenarları sararmış.
Bir tarihle mühürlü:
2016.
Ve oradaydı.
O dilekçe.
O yazı.
O imzasız suçlama.
Ve yine o cümle:
“Adımı vermeyin.”
Bedenim dondu.
Zihnim, o sabaha geri döndü.
O kapı çalındı yeniden.
Polis ayakkabıları salonumuza girdi.
Annemin bakışı,
kardeşimin uykudan uyanan gözleri…
Hepsi içimde yeniden oynadı.
Ama bu kez, sonunu biliyordum.
Kulis perdesi aralandı,
ve oradaydı o soğuk yüz.
Bir senaryo yazmış.
Ve biz onun sahnesiydik.
O sadece bize değil,
kendi vicdanına da düşman olmuş.
Unutmak istemiş.
Ama vicdan, kolay kolay susmaz.
Yüzünü gösterir bir gün.
Tozlu bir klasörde,
ya da bir rüyada.
Sonra mahkeme çağırdı onu.
Tanık olarak.
Ama gelmedi.
Çünkü korkuyordu.
Bize değil — aynaya bakmaktan.
Bir gün,
bir arkadaşımın işletmesinde çalıştığını
duydum.
Elime fırsat geçti.
İkiye bölünmüştüm.
Biri bağırıyordu içimde:
“Bu adam kim, biliyor musun?”
Ama sustum.
Çünkü biz
kimsenin ekmeğiyle değil,
yalnızca kendi acımızla yürürüz.
Yük ağır.
Ama onurludur.
Sonra …
başka birinden duydum:
İçkiye vermiş kendini.
Berbat bir hayata saplanmış.
Duvarları rutubetli,
gözleri donuk.
Evinin camı yokmuş,
içinde ışık yanmazmış.
Sokakta yere otururmuş,
elleriyle başını kapatır,
kimseye bakmazmış.
Önce kendi yalanına inanmaya çalışmış .
Sonra unutmaya.
Sonra sadece susmaya.
Ama susmak yetmez.
İçindeki çığlıklar,
sustukça yankılanır.
İşte oradaydı:
Bir zamanlar hayatımıza ait olan
ama artık hiçbir yere sığmayan
silik bir gölge gibi.
O kayboldu.
Ve biz hayatta kaldık.
Bugün ona ne hissediyorum?
Nefret? Hayır.
Çünkü o kadar bile önemsemiyorum artık.
Acıma? Biraz.
Çünkü bir insan,
kendi yalanında boğuluyorsa
zaten yaşamıyordur.
Ama en çok:
Şükür.
Çünkü bu yaşanmasaydı,
onu hâlâ “bizden” sanacaktım.
Ve bu…
daha büyük bir ihanetti.
Biz, ihanetle kaybetmedik.
Onu kaybederek
kendimizi koruduk.