Analiz / Doç. Dr. Osman Tek
Bir önceki yazımızda Antik Yunan’dan Rönesans’a kadar tarihselciliğin ilk kıvılcımlarını görmüştük. Şimdi 19. yüzyıla, modern bilimin yükseldiği ama aynı zamanda tarihselciliğin de asıl şekillendiği dönemi ele almaya çalışıyoruz.
Pozitivist iddia
19. yüzyılın ortasında Auguste Comte sahneye çıktı. Ona göre bilim yalnızca gözlem ve deneyle ilerlerdi. Tarih de dâhil tüm alanlar, tıpkı fizik veya kimya gibi evrensel yasaları bulmalıydı. Comte, toplumu “pozitif bilim”le incelemeye çalıştı ve sosyolojiyi kurdu.
Bu yaklaşım, doğa bilimlerinin başarısını model alıyordu:
• Newton fiziği evrenin yasalarını açıklamıştı.
• Kimya ve biyoloji büyük keşiflerle insanlığı değiştirmişti.
• Aynı şey neden toplum ve tarih için de olmasındı? Bu tez öylesine güçlü bir şekilde savunuldu ki sosyal bilimcilerin bir kısmı fen bilimlerinin ilerleyişi karşısında yaşadıkları kompleksi aşamadıkları için bu teze sarılmak durumunda kaldılar.
Ama bir sorun vardı: Tarih, doğa gibi tekrarlanan düzenliliklere mi sahipti? Yoksa her olay, her çağ kendi içinde mi benzersizdi? İşte bu soruya verilen cevap, tarihselciliği doğurdu.
Alman Tarih Okulu
Bu soruya en net itiraz Alman tarihçilerinden geldi. Leopold von Ranke (1795–1886), tarihin fizik yasaları gibi genellenemeyeceğini söyledi. Her olay, her dönem, her millet kendi içinde değerlidir. Onun ünlü cümlesi hâlâ hafızalarda:
“Tarihi, gerçekte olduğu gibi anlatmak gerekir.”
Ranke’ye göre tarihçinin görevi, yasalar icat etmek değil, geçmişi kendi bağlamında anlamaktı. Bir Roma savaşını 19. yüzyıl mantığıyla açıklamak, tarihe haksızlıktı.
Wilhelm Dilthey ve “Anlama”
Bir diğer büyük isim Wilhelm Dilthey (1833–1911) oldu. O, doğa bilimleri ile beşeri bilimler arasında keskin bir çizgi çekti:
• Doğa bilimleri “açıklar” (erklären).
• Beşeri bilimler ise “anlar” (verstehen).
Tarihçi veya sosyolog, fizikçi gibi yasa peşinde koşamazdı. Onun işi, insanların düşünce dünyasını, niyetlerini, değerlerini anlamaktı.
Bu, tarihselciliğin en güçlü felsefi dayanağı oldu.
İncil yorumlarında Tarihselcilik
Aynı yüzyılda bir başka alanda, kutsal metinler üzerinde de tarihselciliğin etkisi görüldü. Protestan Reformu’yla başlayan süreçte İncil, tarihsel bağlamıyla okunmaya başlanmıştı. 19. yüzyılda bu daha da ilerledi: “Higher criticism” denilen metin tenkidi, İncil’in hangi bölümlerinin hangi çağda yazıldığını araştırmaya girişti.
Artık soru şuydu: “Bu metin ilk okurları için ne anlama geliyordu?”
Bu yaklaşım, hem Batı’da büyük bir entelektüel canlılık doğurdu, hem de büyük tartışmaların fitilini ateşledi.
Böylece 19. yüzyılda tarihselcilik, pozitivizme karşı güçlü bir alternatif olarak ortaya çıktı. Doğa bilimleri evrensel yasalar ararken, tarihselcilik “her çağ tektir” dedi.
Bir sonraki yazıda göreceğimiz gibi İslam dünyasında klasik dönem tefsir ve fıkıh anlayışında tarihselciliğe benzeyen izlerin olduğu özellikle Zemahşerî, Şâtıbî ve İbn Haldun üzerinden ileri sürülmüştür.
O zaman belki şu sorunun cevabı öne çıkıyor:
“Dinî metinlerde lafız mı kalıcıdır, maksat mı?”
Tarihselciliğin kökleri: Herodotos’tan günümüze bir yolculuk (1)