• Turkhane Logo

Linç seylaplarında boğulan merhamet

14:50 20 December 2025 Saturday
Linç seylaplarında boğulan merhamet





Aktif Haber / Necip Meriç








Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;



Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!



Mehmet Akif Ersoy’un cahiliye dönemini anlattığı bu dizeleri, bugün başta sosyal medya olmak üzere, medyada olup biteni anlatmak için hâlâ en kısa, en sert ve en sarsıcı ifadeler. Çünkü artık birini ezmek için güce, yetkiye ya da kalabalık meydanlara gerek kalmıyor; bir anlık tereddüt, eksik bir cümle, yanlış anlaşılmış bir görüntü yetiyor. İnsan, dişsiz ilan edildiği anda, en yakındakilerin iştahını kabartıyor.



Bir cümle düşüyor ekrana; çoğu zaman eksik, çoğu zaman bağlamından koparılmış, bazen de sahibinin niyetini taşıyamayacak kadar yalnız. Altına ilk yorum geliyor, temkinli ama mesafeli. Ardından ikinci, üçüncü; her yeni cümle bir öncekini biraz daha sertleştiriyor. Beşinci yorumda artık kelimeler değil, niyetler tartışılıyor. Onuncuda ise tartışma bitiyor, hüküm kuruluyor. Henüz kimse gerçekten ne olduğunu bilmiyor ama herkes ne yapılması gerektiği konusunda kendinden emin. Linç böyle başlıyor; büyük bir patlamayla değil, küçük ve “haklı” görünen onaylarla.



Bugün linç, anlık bir öfke taşkınlığından ibaret değil. Tekrar eden, kalıplaşmış, kendini ahlaki bir üstünlük duygusuyla meşrulaştıran bir davranış biçimi haline geldi. Sosyal medya bu davranış için neredeyse kusursuz bir zemin sunuyor: hız var, mesafe var, anonimlik var ve en önemlisi yüz yüze gelme zorunluluğu yok. Karşındaki insanın gözlerine bakmadan, sesindeki titremeyi duymadan, bir an durup tereddüt etmeden yargıç kesilebiliyorsun. Hatta çoğu zaman, farkına varmadan cellât oluyorsun.



Linç kültürü genellikle “haklı öfke” kavramı etrafında savunuluyor. Güçlülerin hesap vermesi, görünmeyen haksızlıkların ifşa edilmesi, yıllarca susulan meselelerin açığa çıkması elbette kıymetli. Ancak sorun tam da burada başlıyor. Hesap sormakla yok etmek arasındaki çizgi silindiğinde, adalet duygusu yavaş yavaş yerini hazza bırakıyor. Kanıt aramak zahmetli geliyor, bağlam gereksizleşiyor, niyeti anlamaya çalışmak neredeyse bir zayıflık işareti gibi görülüyor. Öfke, düşüncenin önüne geçiyor ve kalabalık, durup düşünmek yerine hızlanmayı tercih ediyor.



Bu noktadan sonra linç, toplumsal bir refleks olmaktan çıkıp bireysel bir boşalım biçimine dönüşüyor. İnsanlar başkasını yargılarken kendilerini temize çekiyor, kendi içlerindeki rahatsız edici soruları susturmanın bir yolunu buluyor. “Ben böyle biri değilim” demenin en kolay yolu, bir başkasını daha kötü ilan etmek oluyor. Kendi kusuruyla yüzleşemeyen, onu kabul edemeyen ve hatta telafi edip kendini affetmeyi de başaramayan insan, başkasının kusuruna saldırarak rahatlıyor. Kendini affedememenin acısını bastırıyor adeta. Bu yüzden linç çoğu zaman adalet arayışından çok, içsel bir arınma ritüelini andırıyor.



Her şey insanın kendinde başlıyor. Kendine karşı acımasız olan, başkasına merhamet gösteremiyor. Kendi hatalarını affedemeyen, başkasının hatasına tahammül edemiyor. İçinde sürekli bir eksiklik hissiyle yaşayan, bu eksikliği başkalarının açıklarını büyüterek telafi etmeye çalışıyor. Linç, bu anlamda bastırılmış bir öfkenin, yön değiştirmiş bir utancın dışavurumu gibi işliyor. İnsan kendiyle barışamadığında, başkalarıyla da barışamıyor.



Edebiyat bu gerilimi uzun zamandır anlatıyor. Sefiller’de Jean Valjean, tek bir hatayla ömür boyu damgalanan bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Çaldığı bir ekmek, bütün kimliğinin yerine geçiyor ve toplum onu bu tek ana sıkıştırarak yeniden suçun eşiğine itti. Valjean’ı dönüştüren şey, geçmişi değil; kendisine uzatılan, sessiz ama sarsıcı bir merhamet eldi. O affın yokluğunda linç var, o affın varlığında ise insan kalabilme ihtimali.



Reis Bey’de ise bambaşka bir yüzle karşılaşıyoruz. Reis Bey, hukuku merhametten arındırdığını sanan, adaleti duygudan ayırdıkça saflaştırdığını düşünen bir yargıç olarak karşımıza çıkıyor. Verdiği idam kararı, onun gözünde sadece dosyadaki maddelerin bir sonucuydu. Fakat hüküm infaz edildikten sonra gelen fark ediş, aslında linç zihniyetinin içten içe nasıl bir körlük ürettiğini gösterdi. Reis Bey’in dönüşümü, başkasına acımasız davranmanın ardında çoğu zaman insanın kendine duyduğu acımasızlığın yattığını hatırlatıyor.



Bugün sosyal medyada yaşanan linçler, bu iki hikâyenin arasında bir yerde duruyor. Bir yanda Jean Valjean’ı tek bir hataya hapseden kalabalıklar, diğer yanda Reis Bey gibi “haklıyım” diyerek merhameti dosyadan çıkaran zihinler. Oysa linç kültürü, başkasını yargılarken kendi içimize bakmayı reddettiğimiz her an biraz daha güçleniyor.



Belki de asıl soru şu: Hataları ifşa etmeyi öğrenirken, affetmeyi neden bu kadar kolay unutuyoruz? Adalet talep ederken, merhameti neden yük olarak görüyoruz? Klavye başında yargıç olmak kolay, karşımızdakinin de bizim gibi kırılgan, eksik ve öğrenen bir insan olduğunu hatırlamak ise zor geliyor. Linç seylapları böyle büyüyor; merhamet ise bu gürültünün içinde sessizce boğuluyor.

Son güncelleme: 14:50 20.12.2025
SIRADAKİ HABER
Sayfa Başı