• Turkhane Logo

"Özgürlüklerinden gönüllü olarak vazgeçenler aslında daha özgürlükçü"

'Senin Adın Corona Olsun' kitabında 'insanlığın salgın maceraları'nı anlatan gazeteci-yazar Umur Talu, salgın sonrası dünyayı ve bu salgının insanlığa sunduğu imkanları anlattı.

18:59 30 Aralık 2020 Çarşamba
'Senin Adın Corona Olsun' kitabında 'insanlığın salgın maceraları'nı anlatan gazeteci-yazar Umur Talu, salgın sonrası dünyayı ve bu salgının insanlığa sunduğu imkanları anlattı.


Basın dünyasının duayen isimlerinden gazeteci Umur Talu, salgın felaketini yüzyıl önceyi de katarak ‘insanlığın salgın maceraları’nı Senin Adın Korona Olsun adıyla kitaplaştırdı. Literatür Yayınları’ndan çıkan kitap insanlar ve salgınlar arasındaki hikâyelerden oluşuyor. Talu kitabını, yüzyıllar arasındaki bağlantıları ve gelecek tahayyülünü Kronostan Eylem Yılmaza anlattı.

Kitabınızda “Tarihçi değilim, bilim insanı değilim, doktor değilim, edebiyatçı da değilim. Bir gazetecinin salgınlar, yüzyıllar, insanlar arasında; merak ederek, şaşırarak, bağlantılar arayarak ve sık sık bağlantılarla karşılaşarak veya olayları, kişileri bir diğeriyle buluşturarak yaptığı yolculuktan çıktı” diyorsunuz. Bu yüzyıllık yolculukta sizi en çok şaşırtan şey ne oldu?


Birçok şeye… Bilmediğim insanlarla karşılaşırken; bildiklerimin bilmediğim taraflarıyla karşılaşırken; yine bildiklerim ve bilmediklerim arasındaki bağlantılarda şaşırdım, zaten birazda bunları keşif etmeye yönelik bir yolculuktu. Ama şaşırdığım en temel şey, insanlığın bu kadar deneyime, tarihin salgınlarla yazılmış olmasına rağmen bu kadar habersiz olması, bu kadar cahil kalması, bu kadar sorgulamamış olması, tarih kitaplarına bunların yeterince girmemiş olması. Bunlar gerçekten çok şaşırttı.

Kitabınızda yüzyıl öncesiyle bugün arasında maske kullanımı gibi benzerlikler de yer alıyor. İnsanlığın yüzyıl sonra bile aynı yerde sayıyor olmasındaki tespit ettiğiniz en temel problem nedir? Kitapta insanı bir pergele benzetiyor ve çizdiği alanın dışına çıkma gerektiğini söylüyorsunuz. Neden o çizginin dışına çıkamıyor?

Buradaki en temel problem, kendimize ve başkalarına dair fikirlerimiz ve önyargılarımız. Virüs küresel. 14. yüzyıldan bugüne verem, tifo, kolera, veba gibi virüslerin hepsi küresel. Buna karşılık insanlar hâlâ daha etnik, daha ırka, milliyetlere, sınır içine kapanmaya dayalı bir takım refleksler gösteriyor. Virüs bir yandan da güvensizliği teşvik ediyor. Fakat aynı zamanda ancak birlikte hareket edersek virüsü yenebileceğimizi de anlatıyor. Küresel ölçekte birlikte hareket ederek yenebileceğimizi de anlatıyor. Yaşlılardan kronik hastalara, yoksullardan kalabalık hanelere kadar birçok insanla dayanışma bilinci geliştirerek mücadele edilebileceğini gösteriyor. Bunlar tek başına bireylerin merhametine terk edilecek bir şey değil. Bunlar siyasi, küresel ölçekte dayanışma biçimleri. Buna dair iyi örnekler de oldu. Ama yapısal aksaklıklar, ihmaller yahut ayrımlar, ötekileştirmelerden ötürü çok ciddi yaralarda açıldı.

Küreselleşmeden devam etmek isterim. Virüs ilk ortaya çıktığında nedeni olarak küreselleşme de gösterildi ve daha sınırlara dayalı, ülkelerin daha içe kapalı bir düzene geçişi savunanlar oldu. Siz bu geriye dönüşü savunan görüşlere katılır mısınız?

Bunlar virüsün hiç umurunda değil. Çünkü sadece bir hayvan, bir paket, bir kişinin bile bir yerden başka bir yere gitmesi bile yetebilir. Yüzyıl önce bile neredeyse sıfır hastalar birbirini etkiliyor. Şu limana inen şu denizci, şuradaki asker, şuradaki çiftçi diye. Şimdi bu sıfırları daha iyi biliyoruz. Turizmden kaynaklanıyor. Mesela, Fransa’da sıfır hasta bir Çinli. Türkiye’deki ilk hastanın yurtdışından geldiği söylendi. Ama bunu ortadan kaldırarak virüsü engelleyemezsiniz. Elbette mesafe, karantina etkiliyor ama o kadar çok kanal var ki bir yerden mutlaka ulaşıyor. Mücadelenin, öngörülerin küreselleşmesi lazım. Çünkü bugün gelinen noktada toplumları küreselliğin dışında yaşatmak mümkün değil. Küreselleşmenin öncelikleri değişmeli. Sağlık dayanışmaları, bilgi paylaşımları, erken uyarılar, ileriye dönük çalışmalar küresel olmalı.

Aşı dediğimiz şey kime ait? Evet, patenti bir ülkeye ait olacak ama baktığımızda BioNTech şirketinin kurucularının biri İskenderun’dan yoksul bir ailenin çocuğu olarak, diğeri İstanbul’dan doktor bir babanın çocuğu olarak Almanya’ya gitmiş iki Türk. Aşının başarıya ulaştığını açıklayan ilk şirketin başında iki Türk’ten bahsediyoruz. Ama bulundukları yer Almanya. İmkânları Alman. İşbirliği yaptıkları şirket Amerika’da. Ve aşıyı ilk sipariş eden ülke Kanada. Şimdi buna nasıl sınır koyabilirsiniz? Tam tersine olan sınırları kaldırmanız gerekiyor. İnsani küreselleşmenin olması lazım. Niye daha gelişmiş ülkelere gidiyor bunların sorgulanması lazım.

Virüsün ortaya çıkmasıyla birlikte örneğin Almanya’da “Maske takmayacağız, kimse bizim ne giyeceğimize karışamaz” diye miting yapanlara tanıklık ettik. Bireysel tercihlere müdahale olarak görenler oldu. Birçok ülkede böyle bir reddediş var. Dünyanın bilimden yana olanlar ile olmayanlar diye ikiye bölündüğünü söyleyebiliriz. Eskiden beri ırk, din vesaire alanlarında yaşanan ayrışmalar bugün bilim olarak karşımıza çıkıyor galiba…

Bu her zaman olan bir şey. Buradaki paradoksal durum şu, bilgileri, vicdanları, muhakemeleriyle otoriteye en çok karşı durabilecek insanlar şu an sağlık otoritesini en çok kabul edenler. Maske, mesafe, hijyen gibi önerilen kuralları en kolay benimseyenler. Buna karşılık isyan edenlerin çoğu aslında daha otoriter yönetimden yana olan, ABD’de Trumpçılar, Almanya’da Neofaşistler ve bunların benzerleri gibi sağı temsil edenler. Sanki birilerinin özgürlüğünü savunuyormuş gibi gözükenler aslında en antiözgürlükçü olanlar. Özgürlüklerinden gönüllü olarak vazgeçenlerse aslında daha özgürlükçü. Bu paradoksun başka bir düzeyde çözülmesi lazım… Tedbirler tamam ama bu tedbirlerden yararlanarak yasakçılığın, dayatmacılığın başka niyetlere gitmesine karşı bir baraj lazım. Bu da yine siyasi, vicdani bir şey…

Peki, salgınların insanlar üzerinde yarattığı en temel değişim ne oluyor?

Dönemlere göre değişiyor. 14. yüzyıldaki bir salgın dini inançlarla, toplumsal örgütlenmeyle ve en önemlisi hijyenle ilgili bir etki yaratıyor. Örneğin, hijyenle ilgili olmayan Avrupa’ya yavaş yavaş hijyeni sokmaya başlıyor. Ama aynı zamanda nefretleri de körüklüyor. Çünkü daima kötülüğün ötekinden geldiğine dair bir inanç var. Bu cinsiyetçi de olabiliyor. “Kadınlar kötülüğün kaynağı” inancı da hâkim oluyor; şu ırk, şu millete varıyor.

Yüzyıl önceki salgınla ilgili ne kadar az şey biliyormuşuz. Zaten bilgiler çok çok sonra netleşmeye başlamış. Birinci Dünya Savaşı dönemi. Devrim; Sovyet dönemi. İmparatorluklar, Avusturya, Almanya, Osmanlı parçalanıyor. Yeni devletler yahut kukla devlet çıkıyor. Mütareke var. İşgal var. Almanya’da Versay yapılırken, burada da Sevr yapılmak isteniyor. Buna karşılık bir İstiklal savaşı da var. Yeni bir devlet kuruluyor. 1918-1920 sürecinde salgının üç dalgasının geldiği süreci düşünürseniz Hindistan’da, İrlanda’da ayaklanmalar, hemen arkasından büyük ekonomik bunalım ve buna eşlik eden İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizm’in yükselişi geliyor. Bugün yaşadığımız dönem aslında o döneme göre çok daha teknolojik olanaklarla bilgiyi hızlıca almamızı sağlıyor. Neredeyse her bir ölümü sayacak kadar… Tabii açıklanan veriler doğruysa. Birincisi bu.

Artı, şu anda yaşadığımız en büyük değişim herhalde büyük devletlerin birbirlerine sınır kapatması ve Trump’ın kazanacakken seçimi kaybetmesi. Biden’ın kazanması belki yarın çevreye olumlu bir katkısı olabilir yahut uluslararası işbirliklerinin güçlenmesine. Şu an büyük dönüşümler bunlar. Beklediğimiz en büyük devrim aşı. İki yüzyıl arasında ölüm sayıları bir yana gerçekten karşılaştırılamayacak bir rekor var. Bugün bazı şeyleri idrak etmek daha kolay. Başkalarını suçlamadan, öfkeyi nefrete dönüştürmeden, endişe ve korkuyu otoriteye sarılmaya taşımadan ilerlemek mümkün. İnsanın insanlarla, insanın devletle, devletin insanla ilişkisi; devletlerarası ilişkiler ve küresel kurumlar; doğayla ilişkimiz gibi birçok konuda daha sakin düşünebilme ihtimalleri ve imkânları daha fazla. Fakat heba ediliyor.

Bu tespitleriniz çok değerli. Covid19 gerçekten de devletlerin, küresel kurumların vesaire sorgulanmasına yol açtı.  Avrupa Birliği bir birlik ama sağlıkta, ekonomide bir birlik yok ve İtalya’da neredeyse bir nesil yok oldu hiçbir şey yapamadılar. Birleşmiş Milletler de aynı şekilde. Neden bu kurumlar var, ne işe yarıyorlar? Devletler halklarını koruyamıyorsa neden var gibi bir sorgulama başlamadı değil aslında…

Evet, ama bu sorgulamayla varılacak yer bu tür örgütlenmelerin gereksiz olduğu değil, bu örgütlenmelerin yanlış yapılandırıldıklarına dair olmalı. Çünkü Avrupa hâlâ ayakta duracak ve çalışanlar, işletmeler biraz nefes alabilecekse Avrupa Birliği olduğu için olacak. O dayanışma ve kaynak aktarımları mümkün olabildiği için olacak. Her şeye rağmen Macaristan, Avusturya’daki sağ yönetim; Çekya, Slovakya veya Polonya vetolarını açtılar onlara rağmen olacak. Yine Birleşmiş Milletlerin işleyişi sorgulanacak. Ama bu yine ihtiyaç olmadığı anlamına gelmiyor. Dünya Sağlık Örgütü çok çuvalladı. Geçmişte de çuvallamıştı. Bunun yapısı da değişecektir. Ama çok önemli sonuçlar da var. Mesela, Dünya Sağlık Örgütü’nde çalışan Afrikalı uzmanlar var. Onların bu salgında Afrika’nın yıkılmamasında çok büyük katkıları oldu. Batı Afrika ebola salgınının merkeziydi ve şu anda bu salgını çok hafif atlatıyor. En yoksullar, en kötü biçimde yıkılmadı, çünkü bu tür uluslararası bir tedbir ağından yararlandılar. Buna karşılık Latin Amerika’nın bir, iki ülkesi dışında örneğin Brezilya’da umursamaz bir başkanın gölgesinde müthiş bir yıkıma uğradı.

Bir nesil yok oldu neredeyse… İtalya’da da öyle…

Evet. İtalya, Fransa gibi geçmişte solun kuvvetli olduğu, devrim ülkeleri. Buralarda da sosyal devletin yetersizlikleri ortaya çıktı. Amerikan sağlık sisteminin kapsayıcılıktan ne kadar uzak olduğu ortaya çıktı. Ama yaşanabilir ülkeler arasında önemli bir yere sahip Yeni Zellanda da müthiş bir örnek oldu. Çok iyi mücadele ettiler, çok az hasarla atlattılar. Bunun hikâyesi kitapta da var. Yüzyıllık bir bilinç bu. İspanyol gribinden beri biriktirdikleri bir deneyim ve sürekli tetikte olmanın getirdiği bir sonuç. Elbette kadın bir başbakanının toplumla birlikte hareket etme bilinci de yadsınamaz.

Vietnam’da hiç kayıp olmadığı söyleniyor. Bu istatistikler ne derece doğru bilemiyoruz ama orada da ciddi bir örnek var. Çin’in yanı başında ne yaptı da böyle bir sonuç oldu bilemiyoruz. Çin, ne kadar bilgi saklasa da her şeye rağmen çabuk toparladı.
Bunlar gibi birçok örnek var. Bu örneklerden uluslararası enternasyonel bir deneyim çıkarabilmek için imkânlar var. Ayrınca bilimsel olarak yapılan her şeyin geçmişten farklı olarak bütün dünyaya ait olduğuna yönelik çok daha fazla ses yükseliyor. Bu da insanlığı başka bir noktaya götürebilecek bir alt yapı yaratıyor. Küresel anlamda ortak bir yaşama doğru. Sosyal küresel diyelim. Kitabımın ana fikri zaten enternasyonalizm. Bütün o bağlantıları kurarken anladığım ve anlatmak istediğim o. Bu tür hiçbir hastalık bir yere özgü değil. Bu bütün insanlığın ortak kabahatinin, ortak mirasının ve ortak çabasının konuları.

Bugün bu salgından hepimizden daha çok sağlık çalışanları etkileniyor. Üstelik uyarılarına karşılık şiddete uğradıklarına da çokça tanıklık ettik. Size yüzyıl önce sağlık çalışanlarının yaşadıklarını sormak isterim. Bu çalışmanızla edindiğiniz bilgilerle yüzyıl önceyle bugün sağlık çalışanlarının durumunu kıyaslarsanız ne dersiniz?

Bugün en azından daha çok şey duyuluyor, biliniyor. Geçmişte toplumların daha kesin ayrımları da etkiliyor. Örneğin, ABD’den söz ediyorsak oradaki ırkçılıktan siyah doktorların olmaması, onların uzakta tutulması; siyah hastaların bodrum katlarına veya sokaklara atılması gibi birçok şey yaşanıyor. Ama genel olarak sağlık çalışanlarıyla ilgili bir bilgimiz yok. O dönemin sağlık çalışanları da sendikalaşma sürecinde. Bugün, kendi aralarında çok sayıda kayıp vermelerinden doğan çok fazla güvenlik ve endişe ortamı içinde de olsa emeklerini, çabalarını, birikimlerini topluma idrak ettirmiş durumdalar. Belki onların da daha iyi örgütlenmesi lazım. Siyasi fikir ayırımlarının virüs karşısında hiçbir işe yaramadığını, mesleki ve sınıfsal olarak ortak noktalarının daha önemli olduğunu şu an belki daha net görüyorlar.

Sadece hastaneler, sağlık çalışanları değil; dünyada insanların beslenmesi için, insanların ulaşımı için, insanlara temiz ortamı sunabilmek için, fabrikalarda, sokakta, bir araç içinde çalışan yüz binlerce insan da var. Onlar da bu sürecin önemli aktörleri. Onları tam sayamıyoruz da. Açıklanan ölüm sayılarında bir günde kaç sağlık çalışanı öldüğünü belki ayırabiliyoruz, ama bir günde kaç şoför öldü, kaç temizlik işçisi öldü bunları bilmiyoruz. Yahut ölenlerin mesleklerinden gelen kronik hastalıkları sonucu bu virüse yakalanıp hayatlarını kaybettiklerini bilmiyoruz. Mesela, yıllarca tinerle çalışmıştır ve bunun sonucu kronik bir hastalığı vardır. İnsanların yaşamlarını idame ettirmek için çalışırken edindikleri hastalıklar bu kronik hastalıklar. Ve kronik hasta dediğinizin çoğu meslek hastalığıdır. Bunların bir kaydı yok.

Siz medya sorusu kabul etmiyorsunuz ama yine de şansımı denemek istiyorum. Bütün bunların içinde medyanın salgın macerası nasıl gidiyor diye sorsam ne dersiniz? Nasıl bir sınav veriyor?

İnsanlar yine de medyadan epey bir şey öğrendi. Bir sürü kakofoni oldu. Türkiye’de de, dünyada da başka bir araç yok. Bir takım şeyler saklansa bile temel doğrularda herkes anlaşıyor. “Maske takmayın” diyen çok az. Dolayısıyla temel bir takım faktörlerde bir önceki döneme göre doğruların daha çok ifade edildiği bir dönem. Ortadaki her şeyin sorgulanması açısından burada da sorun var, başka ülkelerde de var.

Son güncelleme: 18:59 30.12.2020
SIRADAKİ HABER
Sayfa Başı